Berlin Film Festivali’nde Bad Luck Banging or Loony Porn (2021) filmiyle Altın Ayı kazanan Rumen yönetmen Radu Jude’un yeni filmi Do Not Expect Too Much From the End of the World İstanbul Film Festivali kapsamında Nisan ayında Türkiye’de gösterildi. Mayıs ayı başında da MUBI’de yayınlandı. İsmiyle müsemma olan Do Not Expect Too Much From the End of the World, yönetmenin önceki filmleri gibi satirik, baş döndürücü ve kışkırtıcı. Ancak diğer filmlerinden farklı olarak izlemesi hayli zor ve keyifsiz bir film. Elbette, ‘keyifsiz’ kelimesini olumsuz anlamda kullanmıyorum. Zaten filmin seyirciye vermek istediği duygu da bu yönde. Hatta film, kendini zorlu koşullar altında izletse de çirkin bir şeye bakmanın verdiği sinsi zevki sonuna kadar hissettirmeyi başarıyor. Fakat bu filmi keyifsiz ve çirkin yapan etmen, filmin içinde bulunduğumuz dünyaya karşı olan umutsuz tutumu. Bu umutsuz tutum, şu anki kapitalist dünyada ezilen insanların yaşadığı hazin bunalımla ve komünizmin tarihsel olarak ilk ortaya çıkışından itibaren vaad ettiği eşitliği ve mutluluğu sağlamadığı gerçeğiyle gösteriliyor. Ayrıca insanca yaşayabilmemiz için hiçbir ideolojinin bize fayda etmeyeceğini kör göze parmak sokmadan kendi deneysel diliyle ve dünyanın sonundan çok da bir şey beklememiz gerektiği mesajıyla ortaya koyuyor. Peki, gerçekten dünyanın sonundan çok da bir şey beklememek mi gerekiyor?
KAPİTALİZM ve KOMÜNİZM GÖLGESİNDE
Do Not Expect Too Much From the End of the World, baş karakter Angela Raducanu’nun sabah 05.50’de yataktan kalkmasıyla başlar. Bu açılış, sabahın köründe zar zor uyanmaya çalışan Angela’nın yorgunluğunu, bıkkınlığını ve memnuniyetsizliğini bize gösterir. Ardından film, aşırı çalışan ve az maaş alan Angela’nın çok uluslu bir şirket tarafından yaptırılan bir “iş güvenliği videosu” için Bükreş şehrinde dolaşmasıyla devam eder. Filmin ilk iki saati, Angela’nın Bükreş’te arabayla oradan oraya koşturmasını ve bu kapitalist dünyada aslında onun bir köleden farksız olmadığını bize anlatır. Angela’nın iş hayatında yaşadığı tek bir günü içeren bu bölüm, bize şu an içinde bulunduğumuz dünyada ondan pek de farklı olmayan yaşamımızın bir portresini sunar. Film, bu gerçekliğiyle birlikte seyirciye fazlasıyla keyifsiz dakikalar yaşatır ve bunu yalnızca Angela’nın bir gününü sıradan bir şekilde anlatarak yapmaz. Bu keyifsizliği, kimi zaman Angela’nın Bükreş sokaklarında araba sürerken radyoda sinir bozucu şarkılar dinlediği uzun plan-sekanslarla kimi zaman da trafikteki bağırış çağırışlarla verir. Bütün bu sinir bozucu anlatım, grenli siyah-beyaz bir görüntüye sahip olmasıyla daha da katlanılmaz bir hal alır. Ve film, kapitalizmin insanları ne denli nefessiz bıraktığı hissini iki saatlik bir deneyimle seyirciye izlettirmekle kalmaz, o duyguyu iliklerimize kadar yaşatır.
Ancak filmin ilk iki saati, Angela’nın kapitalist dünyadaki hikayesiyle birlikte ikinci bir film daha izletir bize. Bu film Rumen diktatör Çavuşesku döneminde Lucian Bratu tarafından çekilmiş 1981 yapımı Angela Moves On filmidir. Yeşilçam sinemasındaki Şoför Nebahat serisi ile benzer bir konuya sahip olan bu film, taksi şoförlüğü yapan Angela’nın komünist dönemdeki yaşam mücadelesini ve aşk hayatını anlatır. Günümüzdeki Angela’nın hikayesiyle aslında benzer bir yapıya sahiptir bu film. İki karakter de arabalarıyla Bükreş sokaklarında para kazanmak için dolaşmaktadır. Hatta filmlerdeki paralellik iki karakterin arabalarıyla geçtikleri yerlerin aynı olmasıyla daha da güçlendirilir. İki film, ilk iki saat boyunca paralel bir anlatı kurar. Özünde, film komünist Romanya ve kapitalist Romanya arasındaki farkları gösterir ve biz seyirci olarak iki farklı Romanya’yı aynı anda deneyimleme şansı yakalarız. Her ne kadar iki film de arabaların rotasıyla, para kazanmak için debelenen iki karakterle ve bu karakterlerin aynı isme sahip olmalarıyla paralellik kursa da ikinci filmdeki görsellik ilk filmde olduğu gibi grenli ve gözü yoran siyah-beyaz bir yapıda değil, tam tersine seyir zevki yüksek ve göz alıcı renklere sahip bir yapıdadır. Bu durum, seyirciyi kapitalist dönemin yorucu anlatısından koparıp komünist dönemin ferah anlatısına götürür gibi gözükse de iki filmin özü aslında aynı kapıya çıkar. Bu da yorucu bir hayatın çaresizliği, toplumun kadınlara olan olumsuz yaklaşımı, ötekileştirme, aşağılama ve adaletsizlikten başka bir şey değildir.
DÜNYANIN YIPRATICI SONUNDA
İki filmin anlatısı, en sonunda kapitalist dünyadaki Angela’nın iş güvenliği videosu için gittiği evde komünist dönemdeki Angela’nın yaşlılığıyla karşılaşmasıyla birleşir. Böylece seyirci olarak Angela Moves On filminin devamını izleriz. Yaşlı Angela’nın oğlu iş yerinde geçirdiği kaza nedeniyle tekerlekli sandalyeye mahkum kalmıştır ve şirketin iş güvenliği filminde oynaması için teklif yapılır. Filmin tek plan çekilmiş son 35 dakikası bu iş güvenliği filminin çekim aşamasıdır. Bu son kısım aslında dünyanın sonunun geldiği noktayı bize işaret eder. Yaşlı Angela’nın oğlu ve ailesinin filmin çekimleri esnasında bir eşya gibi oradan oraya sürüklendiği, gücü elinde bulunduranların kapitalizm altında ezilmiş insanları oldukça hırpaladığı ve para ile her şeyin yapılabileceği bir dünyayı, daha doğrusu dünyanın geldiği son noktayı görürüz. Filmi çeken yönetmenin aileye söylediği “Merak etmeyin, sizi kötü etkileyecek bir şeye müsaade etmem” cümlesinin bile bu 35 dakikanın sonunda aslında ne denli sahte ve altı boş bir söylem olduğu ortaya çıkar. Tabii ki, bunu yalnızca seyirci anlar. Kapitalizmin kıskacında eriyen bu aile, yönetmenin açıklamalarından tereddüt etseler de tek yapabilecekleri şeyin ona güvenmekten başka bir şey olmadığının farkındadırlar ve tek çarelerinin dünyanın yıpratıcı sonuna boyun eğmek olduğunu anlarlar. Son sahne, iki farklı Angela’nın yaşadığı iki farklı Romanya’nın bu insanları getirdiği noktayı yansıtır. Kapitalizm ve komünizmin sonucunu diğer bir deyişle dünyanın sonunu ilan eder.
Film, Avrupa’nın en yoksul ülkelerinden biri olan Romanya’nın ideolojilerin kıskacında yaşadıklarının nedenleri ve sonuçları için gösterge niteliğindedir. Film boyunca Romanya’nın günümüzde ve geçmişte neler yaşadığını da öğreniriz. Özellikle Türkiye’de yaşayan birinin yabancılık çekmeyeceği sıkıntıları gösteren film, dünyada belli bir kesimin insanca bir hayat sürdüğünü ve geri kalanın onlara reva görülen hayatı yaşamaya mecbur bırakıldığını anlatır. Fakat bütün suçu kapitalizme yıkmaz. Komünizmin de aynı ölçüde insanların yaşamına zarar verdiğini, onları hırpaladığını ve çaresiz bıraktığını söyler. Zaten bundan dolayı Romanya tercihini kapitalizmden yana kullanmıştır. Ancak yine de insanlar insanca bir hayat süremezler. Bu ideolojiler yüzünden, dünyaya geldiğimiz için hak ettiğimiz bir hayat olmalı anlayışı ezilip gider. Çünkü hiçbir şeyin sonsuz bir ütopya yaratamayacağı, yaratsa bile insanlar tarafından kötüye kullanılacağı tarihsel bir gerçektir. Filmin bütününe bakıldığında elimizde yalnızca bu umutsuz tutum ve dünyanın sonu kalır. Öte yandan film, umutsuz bir tutum sergilese de bize bir çıkış noktası göstermekten de geri durmaz. Bu çıkış, kapitalist dünyadaki Angela’nın TikTok’ta büründüğü Bobita isimli alter egodur.
UMUTSUZ BİR UMUTTAN ÇOK DA BİR ŞEY BEKLEMEYİN
Kapitalist Angela’yı canlandıran Ilinca Manolache’nın 2021 yılında Snapchat filtresi kullanarak yarattığı kadın düşmanı Bobita, aslında film yazılmadan çok önce oyuncunun yarattığı bir karakterdi. Bu karakteri yaratmasındaki amacın Romanya’daki feminist düşmanı insanlarla dalga geçmek olduğunu belirten oyuncu, yönetmen Radu Jude ile yaptığı ortaklıkla Bobita isimli küfürbaz karakteri filme dahil etti. Bu karakterin bir alter ego olarak filme dahil edilmesi filmin seyir zevkini daha da katlanılmaz hale getirse de filmin umutsuz tutumundan kurtulmak için bir çıkış yolu açar. Kapitalist Angela’nın dünyası onu paralayan, itekleyen, karanlık ve kirli bir atmosfere sahipken büründüğü Bobita karakteriyle TikTok’un renkli dünyasına giriş yapar. İnternette sevilir, takdir edilir ve beğenilir. Angela’nın adeta kaçış noktasıdır burası. 35 dakikalık son sahnede bile “iş güvenliği filmi” çekilirken Angela, Bobita karakterine sarılır ve aslında kapitalist dünyaya duyduğu öfkeyi Bobita’nın üslubuyla TikTok’ta kusar. Yönetmen, TikTok görüntülerini renkli olarak kullanmayı tercih ederek bu umutsuz dünyada renkli bir çıkış noktası, daha doğrusu bir kurtuluş noktası olduğunu bize anlatmaya çalışır. Ancak buna olumlu bir çıkış noktası demek doğru olmaz. Çünkü filmin kaçış noktası olarak tanımladığı şey; insanlara hakaret eden, onları aşağılayan, ötekileştiren ve kadın düşmanlığı yapan bir karakterdir. Bu karakter, filmin eleştirdiği kapitalizm ve komünizmin olumsuzluklarının yeniden tezahürüdür. Hatta daha beteridir. Kısacası, bize vadedilen umut acıklı bir paradokstan başka bir şey değildir. Film başta sorduğum soruya bu vesileyle net bir cevap verir: Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin…
Comments