Bir Afrikalı-Amerikalı olan George Floyd, beyaz bir polis memuru tarafından öldürüldüğünde tarih ‘5 Mayıs 2020’yi gösteriyordu. Spike Lee’nin “Do the Right Thing” filmindeki Radio Raheem bir polis tarafından öldürüldüğünde ise sene 1989’du. Aradaki yirmi bir yılda da öncesinde de binlerce siyahi, polis tarafından öldürüldü, bazıları silahla bazıları ise dövülerek. Breonna Taylor, Ahmaud Arbery ve Tony McDade sadece 2020’nin akılda kalan isimleriydi. If Beale Street Could Talk filminde bir siyahi, onun suçlu olduğunu gösteren hiçbir kanıt olmamasına rağmen cinayet ile suçlandı. Amerika’da siyahiler, özellikle de siyahi erkekler, her zaman suçla ilişkilendirildi. “Menace II Society” filminde de Caine’in de söylediği gibi görünen hiçbir sorun olmamasına rağmen beyazların da geçtiği yollarda hep siyahilerin arabaları durduruldu, üstleri arandı ve yine görünürde bir şey olmamasına rağmen her zaman onlar gözaltına alındı. Hatta faili bulunamayan her suç durumunda o sırada oradan bir siyahi geçiyorsa o hapse atıldı.
Siyahi kültürünün bir dava haline gelmesi olağan koşullarda kaçınılmaz bir durum. Siyahi kültürü bir dava olmak zorunda ve bu dava kölelik tarihinin başından beri süregeliyor. Bir noktada da beyaz perdeye taşınıyor siyahi meselesi, ancak bu meselenin beyaz perdeye taşınması uzun ve sancılı bir süreç oluyor. Bert Williams’ın “Lime Kiln Club Field Day” adıyla çektiği 1913 yapımı film tarihteki ilk siyahi filmi olarak geçiyor. 1940’taki oldukça fazla ırkçı öğeler barındıran “Gone With The Wind” filmindeki hizmetçi rolüyle Oscar kazanan Hattie McDaniel tarihe geçiyor. 1962’de Harper Lee’nin aynı adlı romanından uyarlanan “To Kill a Mockingbird” çekiliyor. Alışık olduğumuz, siyahilerinin işlemediği bir suçtan yargılanması konusunun ilk filmi oluyor bu film. Sidney Poitier 1964’te Akademi Ödülü’nü kazanan ilk siyahi aktör oluyor. Peki bu siyahi sorunun Hollywood’da çözülmesi mi demek? Siyahiler, filmlerde hala suçlu, kanun kaçağı, alt durumda olan kişi olarak gösterilmeye devam ediyor. Siyahi kültürünün filmlerde de işlenen bir dava haline gelmesinin ateşi ise “The Battle of Algiers” ile 1966’da tam olarak fitilleniyor. Devamında “The Murder of Fred Hampton” çekiliyor, “Black Panther” partisi liderinin öldürülmesini işliyor 1971 yapımı belgesel. Gerçekler örtbas edilmeye çalışıldığı için de belgesel çoğu yerde gösterilmiyor, gösterilmesi engellenmeye çalışılıyor. 1978 yapımı “Blacks Britannica” için de geçerli oluyor bu durum, yedi siyahi aktivist ile ırkçılık üzerine yapılan röportajların birleşimi olan belgesel ABD’de ve İngiltere’de yasaklanıyor. Irkçılık üzerine olan gerçekler saklanmaya çalışıyor bu süreçte.
Asıl devrim Spike Lee sayesinde başlıyor, siyahi kültürüyle alakalı kült filmlerin sahibi Spike Lee “Do the Right Thing”i çekiyor 1989’da. Spike Lee siyahi kültürünü ve siyahilerin maruz kaldığı ayrımcılığı o kadar kafaya takmış bir yönetmen ki BlacKkKlansman ve Malcolm X gibi filmleri de çekiyor arkasından. Filmlerinde tarihte yaşamış önemli siyahilere de selam göndermeyi unutmuyor, “Do the Right Thing” filmindeki radyo programında da epeyce uzun bir siyahi müzisyenler listesine de yer veriyor: John Coltrane, Marvin Gaye, Aretha Franklin, Nat Adderley… Böyle uzuyor liste. Filmlerinde de kendi ırkından insanların şarkılarını göstermeyi ve onların bilinirliğini arttırmayı da oldukça önemsiyor, hip-hop grubu olan Public Enemy’nin bilinirliğini arttırmada önemli rol üstleniyor.
American Crime Story’nin ilk sezonunda ve aynı zamanda birçok filmde işlenen, bir siyahinin gerçek hayatta işlediği bir suç var: O.J. Simpson’ın cinayet davası. Yüksek ihtimalle o zamana kadar bir siyahinin suçtan aklandığı ilk dava. Fakat Jay Z’nin de şarkısında geçirdiği gibi O.J. kendini bir siyahi olarak değil, O.J. olarak görüyor. İlk defa bir siyahi bir beyazmış gibi dava süreci görüyor, fakat diğer siyahilerden büyük bir farkı var: serveti. Jay Z, The Story of O.J. şarkısında zengin siyahinin de fakir siyahinin de hala siyahi olduğunu söylüyor, yine de bu durum öyle değil. Burada “Do the Right Thing” filmindeki Bedford-Stuyvesant’tan, namı değer Bed-Stuy’dan, Compton’a çeviriyoruz kamerayı. “Boyz N’ The Hood” filminde Tre’nin babası Furious, siyahi mahallelerinde cinayetlerin ve suçların daha fazla olduğunu inkâr etmiyor, sonrasında nedenlerini açıklıyor. Filmlerde ve haberlerde siyahilerin hep suçlu gösterildiğini, hep uyuşturucu satan ve çete kuran tipler olduğunu söylüyor, bunun empoze edilmeye çalışıldığını ve olması gereken buymuş gibi gösterildiğini anlatıyor. Çünkü yapılmaya çalışılan bu, siyahi mahallelerinde her köşeye özellikle de sahibi beyaz olan silah dükkânları açılıyor, her sokakta sadece alkol ve sadece silah benzeri ürünler satılan dükkânlar var, çünkü siyahilerin birbirlerini öldürmesini istiyorlar, siyahi adamların birbirini öldürmesi onların üremesini engelleyecek unsur ve daha fazla siyahi istemediklerini büyük ölçüde gösteriyor.
Siyahiler bu süreçte birçok filmde polisler tarafından öldürülmeye devam ediyor: “Monsters and Men”, “Queen & Slim”, “The Hate U” Give başlıcaları. “See You Yesterday” filminde ise bir CJ’in kardeşini polisin öldürmesini engellemek için zaman makinesi icat etmeye çalışıyorlar. “Queen & Slim” ise, içinde bulundurduğu umut ve direniş temaları sebebiyle, iç titreten bir film; iki karakter beyaz bir polisi öldürdükleri için aranıyorlar, bulununca öldürüleceklerini biliyorlar ama o beyaz polisi onlar öldürmese orada öldürüleceklerini de biliyorlar. Yani her türlü sonu ölüm olan bir yolda kaçmaya devam ediyorlar, bu süreçte direnişin ve mağduriyetin sembolü haline geliyorlar. Bu kadar büyük bir direniş polisin onları öldürmesine engel olmuyor. Fakat siyahiler hapse de girse çileleri bitmiyor, yönetmen koltuğunda Ava DuVernay ise hapishanelerdeki ırksal eşitsizliği gözler önüne sermek için “13th” filmini çekiyor. Siyahilerin hep suçlu gösterilmesi, asla kahraman rolünün onlara verilmemesi anca 2008’de Will Smith’in oynadığı Hancock karakteriyle sona eriyor, bir siyahinin kurtarıcıyı oynaması ancak yüz yıllık bir dava sonunda sonuç veriyor. 2018’de Marvel, “Black Panther” adıyla kadrosunu siyahilerin oluşturduğu ilk filmini çekiyor. Gişe rekortmeni oluyor film, 2018’de hala ırkçılık belli düzeyde devam etse de yerli halkın büyük kesiminin siyahileri kahraman olarak görmekten hoşnut olduğunu gösteriyor bu film.
2018’de “If Beale Street Could Talk”, 2019’da “When They See Us” ve “Just Mercy” aynı temayı işliyor: siyahilerin işlemedikleri bir suç yüzünden yargılanması. “When They See Us” filmindeki “Central Park Beşlisi” gerçek hayatta işlemedikleri bir suç yüzünden on üç yıl hapis yatıyor, beraat kararının alınması yıllar sürüyor. “Just Mercy” de gerçek bir hikayeden yola çıkarak işlemediği bir tecavüz suçundan ölüm hücresine girecek bir siyahinin ve onun avukatının hikayesini anlatıyor. Ayrıca, ırkçılıktan bahsederken “Fruitvale Station” ve “12 Years a Slave” filmlerinin tarihteki önemini unutmamak lazım. “Fruitvale Station” filmi yine –ne yazık ki- gerçek bir hikâyeden uyarlama. Yirmi iki yaşındaki Oscar Grant metro kavgasına karıştığına dair gerçek olmayan bir ihbar yüzünden polis tarafından kafasına ateş edilerek öldürülüyor. “12 Years a Slave” filminde ise Chiwitel Ejiofor, New York’ta özgür bir şekilde doğup sonrasında kaçılarak köleliğe zorlanan Northrup’ı oynuyor. Film Northrup’ın güneyde insanlık dışı koşullarda on iki yıl köle-işçi olarak çalıştırılmasından sonraki kaçışını, daha doğrusu kaçma çabalarını işliyor. “Get Out” filmi ise siyahi temelli bir korku filmi, onu diğer korku filmlerinden ayıran ise klasik korku karakterlerine yer vermemesi. Bu filmde “maske” veya “testere” yerine korku unsuru olarak beyaz liberal komşular var. Film korkuyu kölelik ve insan ticareti üzerinden işliyor.
Ayrıca, siyahi sinemasının beyaz perde arkasına değinecek olursak on on beş yıldır bu durum oldukça azalsa da öncesinde siyahi ve beyaz oyuncular arasında ciddi bir gelir farkı vardı, özellikle de siyahi aktrisler Hollywood gelir dağılımında en alt tabakayı oluşturuyordu. Ekran süreleri eşit olsa bile aynı filmdeki bir siyahi aktör, beyaz aktörün yarısından az ücret alıyordu. Bu durumun azaldığı bir gerçek, yine de hala bitmiş veya bitecek gibi değil. Hala net serveti yüz milyon doların üstünde olan sadece on bir siyahi aktör var ve net serveti en fazla olan dört yüz milyon dolar ile Bill Cosby. Fakat Hollywood’da net serveti dört yüz milyon dolardan fazla olan on iki beyaz aktör var, otuzdan fazla aktörün serveti ise yüz milyon dolardan yüksek.
Karakterlerinden biri yarı eşek yarı siyahi adam olan 1940 filmi "Fantasia"dan ırkçılığın zirvelerindeki klasiklerden “Gone with the Wind”a, siyahi maymunların dünyayı işgal edip yağlamaladığı 1968 filmi "Planet of the Apes"ten köleliği öven 1935 yapımı "The Littlest Rebel" filmine, Hollywood’da ırkçılığın en tepeye ulaştığı “Klasik Hollywood” sineması zamanından sonraki süreçte Hollywood sinemasında ırkçılık büyük oranda azaldı. Bu tabii ki siyahi oyuncuların ve aktivistlerin verdiği savaş sayesinde, insanların da genel olarak bilinçlenmesinin ve siyahilerin davasına destek olmasının faydası da çok büyük. 2022 yılında ne dünyadaki ne Hollywood’da siyahilere karşı yapılan ırkçılık sona ermiş değil, fakat protestolar ve yürütülen kampanyaların da etkisiyle ırkçılığın azaldığını söylemek mümkün. Özellikle 2020’de Floyd’ün öldürülmesi sonrası başlayan ve aylarca süren “Black Lives Matter” yürüyüşlerinin bunda epey katkısı var.
Hollywood sinemasında siyahilerin davası yüz yılı aşkın süreçte zorlu ve yorucu geçti, fakat yüz yıldan fazla süredir gelinen yolun sonucunda dava kök saldı ve meyvelerini gösterdi, ayrıca daha gidilecek çok yol ve ulaşılacak birçok başarı var. Bu gidilen yolda unutulmaması gereken, “filmi sloganla bitirme” klasiklerinden “Boyz n The Hood”un film bitiriş sloganıyla kapatalım yazıyı da: “Increase the Peace!” yani “Barışı arttır!”
Comments