Bu yazı ilk olarak bü'de kadın gündemi'nin 35. sayısında yayımlanmıştır.
Yazı: Arjin Eser, Cansel Kademli, Çağıl Güner, Öykü Eke, Yağmur Gönenç
Temel feminizm yaz okumalarında beşinci haftanın konusu “Feminizm ve Sanat”tı. Yaptığımız okumaların akabinde sanatı, sanata bakış açımızı, neye sanat, kime “büyük sanatçı” denildiğini tartıştık. Toplumun şekillendirdiği “büyük sanatçı” kavramının; sanatçının yaşadığı dönem ve içinde bulunduğu koşullardan bağımsız düşünülemeyeceğini hatırladığımız bu tartışmada, feministlere sıkça yöneltilen “Neden kadın büyük sanatçı yok?” sorusunu ele aldık. Tartışmanın ardından, Michael Cunnigham’ın aynı adlı eserinden uyarlanan, yönetmenliğini 2002 yılında Stephen Daldry’nin yaptığı Saatler filmini izledik. Cunnigham’a Pulitzer Ödülü kazandıran bu yapıt, Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway[1] adlı kitabından esinlenerek yazılmış. Filmde üç farklı kadının (Virginia Woolf, Laura Brown, Clarissa Vaughn) üç farklı zaman dilimlerindeki (1923, 1951, 2001) yaşantıları beyaz perdeye aktarılıyor. Film, toplumsal cinsiyet rollerini ve belli mekanlara hapsedilmiş kadınların, ataerkil hayat düzeni içerisindeki var olma çabalarını anlatıyor. Üç kadının içinde bulundukları koşullardan ötürü yaşadıkları buhranı kadınlarla, erkeklerle ve çocuklarla kurdukları ilişki üzerinden başarılı bir şekilde işliyor.
Film, paralel kurgu ile bu üç kadının yaşamlarını yansıtan tek bir günlerini izleyiciye kadınların hayatlarındaki benzerlikleri göstererek anlatıyor. Karakterlerin ortak noktasıysa filmin esin kaynağı olan Mrs. Dalloway kitabı. Filmde Virginia’nın 1923 yılında yazdığı bu kitabı, 1951 yılında Laura Brown okuyor ve filmin çekildiği yıl olan 2001’de Clarissa Vaughn yaşıyor. Virginia Woolf başarılı bir yazar; ancak sürekli içinde bulunduğu depresyon hâlinden dolayı doktorlar şehirden uzaklaşması gerektiğini söylüyor. Bu yüzden Virginia Londra’nın bir banliyösünde yaşamak zorunda bırakılıyor. Virginia, bir kadının tek bir gününü kaleme alacağı Mrs. Dalloway adlı kitabını kurgulamaya başlıyor. Eşi Leonard ise Virginia’nın iyileşmesi için film boyunca elinden geleni yapıyor. Filmde Virginia’nın iyileşmesi için doktorlar çağıran, yazması için ona bir alan sağlayan ve matbaa işini banliyöye taşıyan Leonard’ın Virginia’ya olan sevgisinden şüphe etmiyoruz. Bu banliyöde kendini sıkışmış hisseden Virginia‘nın özlediği Londra hayatı ile tek bağlantısı, onu ziyarete gelen kız kardeşi Vanessa ve yeğenleri. Kız kardeşiyle olan iletişiminden aralarında güçlü bir bağ olduğunu görüyoruz. Bu yüzdendir ki Virginia intihar etmeden önce sadece eşine ve kız kardeşine mektup bırakıyor.
1951’lerin Amerika’sında bir ev kadını olan Laura Brown ise ikinci çocuğuna hamile. Laura, o dönemde kocası Dan ile birlikte mutluluk tablosu sayılabilecek bir hayat yaşıyor; fakat Laura’yı filmin ilerleyen sahnelerinde kendisine biçilmiş toplumsal görevleri yerine getirmekte bocalarken görüyoruz. Kendini, eşi ve çocuğuyla ilgilenmekle yükümlü olduğu yaşamında daralmış hissediyor ve o da Virginia gibi bu hayata hapsolduğunu düşünüyor. Filmde, Laura’nın yaşamak istediği hayat ve içine sıkıştığı hayatı arasında bocalamasını izliyoruz. Sonunda ise Laura, pişman olmayacağı bir karar veriyor ve evi terk ediyor.
2001 yılının New York’unda yaşayan Clarissa Vaughn ise film boyunca AIDS’li eski sevgilisi Richard Brown’ın Pulitzer Ödülü kazanması şerefine bir parti düzenlemeye çalışıyor. Filmde Clarissa’nın kızı ve partneri Sally ile yaşadığı hayatı oldukça tatmin edici gözükse de parti hazırlıkları sırasında aslında hayatından o kadar da memnun olmadığını görüyoruz. Clarissa’nın hayatında sıkıştığı nokta ise Richard’la olan eski ilişkisi ve bu ilişkiden uzaklaşamaması.
Bu yazıda; üç kadın karakterin filmdeki diğer karakterler tarafından fark edilmeyen bunalımlarını, her karakteri o an yaşadıkları ve gelecekte yaşamak istedikleri hayatlarla kıyaslayarak incelemeye çalıştık. Öncelikle, temel feminizm okumalarımızın sanat haftasındaki tartışmalarından yola çıkarak Virginia Woolf üzerinden edebiyat ve sanatta kadın olmanın ne anlama geldiğini anlatacağız. Ardından, ev içine hapsolma durumu üzerinden bu üç kadının evle kurdukları ilişkiyi inceleyerek gündelik hayat pratiklerine nasıl ve neden yabancılaştıklarını anlamlandırmaya çalışacağız. Kadınların mutsuz olma sebeplerinin neler olabileceğini, çevrelerindeki erkek ve kadınlarla olan ilişkilerini ve bunlar arasındaki farklılıkları film üzerinde inceleyeceğiz.
Erkeklerin Dünyasında Kadın Sanatçı Olmak
Yaz döneminde yürüttüğümüz temel feminizm çalışmamız sırasında sanat ve feminizm üzerine tartıştığımız hafta Linda Nochlin’in “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?”[2] adlı makalesini okuduk. Linda Nochlin, “Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?” sorusunun cevabına değil; sorunun soruluş şekline odaklanıyor. Bu soru sorulduğunda genellikle sorunun soruluş şeklinden gelen bir koşullanma ile soruyu cevaplandırmaya çalışıyoruz. Oysa bu soruyu cevaplamaya çalışmak, kadınların tüm alanlarda olduğu gibi sanatta da yaşadığı eşitsizliklerin toplumsal olarak inşa edildiği gerçekliğinin üstünü örtmeye yarıyor.
Linda Nochlin makalesinde, büyük sanatçı olarak adlandırılan sanatçıların çoğu için doğuştan gelen bir yetenekten ve dehadan söz edildiğinden bahsediyor. Burada sözü geçen deha, malum sorudaki gibi çarpıtılarak önümüze sunuluyor. Bu çarpıtma ile başarı, başarıya giden süreçten bağımsız kılınıyor. Örneğin, Picasso’nun başarısında dehası öne çıkarılırken sanat öğretmeni olan babasının rolü anlatılmıyor. Dehanın başarıda bir koşul olarak öne sürülmesi, sanata ilgisi olsa da başarılı olamayan pek çok insanın hayat koşullarına dair doğru bir analiz sunmuyor. Dâhi olarak öne çıkan sanatçılar da hep erkekler. Linda, bu öykülerde sanatsal başarının mucizevi, rastlantısal ve toplum dışı olarak vurgulandığını belirtiyor. Sanat, hep bireysel bir başarı olarak ele alınırken bu başarıya sahip olan sanatçıların yaşadıkları sınıfsal ya da toplumsal cinsiyet kaynaklı eşitsizlikler göz ardı ediliyor.
Kadınlar, yine de bu düzende çatlaklar bulup sanatsal alanda üretmeye devam ediyorlar. Örneğin, filmdeki karakterlerden olan Virginia Woolf da yazıları, çevirileri ve eleştirileriyle sanat ve edebiyat alanında var olmayı sürdüren kadın yazarlardan biri. Victoria Dönemi’nin[3] baskıcı koşullarında okula gidemese de eğitimini evden tamamlıyor. Yaşamının zorluklarını eserlerine yansıtan Virginia’nın her kitabı, kendisinden başka bir parça taşıyor. Kendine Ait Bir Oda[4] isimli kitabında erkeklerin dünyasında kadın yazar olmanın zorluklarını tartışıyor. Virginia’nın yaşadığı depresyon, filmde de bahsedildiği gibi kendisinin Richmond’da bir eve kapatılmasına sebep oluyor. Filmde, Virginia’nın kendine ait odası ona hapsedildiği ortamdan bir kaçış imkanı sunsa da dış dünyaya duyduğu özlemin katlanarak arttığını görüyoruz. Yaşadığı ruhsal bunalım, çevresindeki pek çok insan tarafından anlaşılmıyor. Tıpkı gündelik hayatın rutinine hapsedilen filmdeki diğer kadın karakterler gibi, Virginia da kendi hayatı hakkında kararlar alamıyor ve bu rutin, Virginia’yı sonunda öldürüyor. Linda Nochlin’in makalesi üzerinden düşündüğümüzde aynı durumu yaşayan bir erkek sanatçı olsaydı yaşadığı bunalım dehasının bir ürünü olarak algılanabilirdi. Bu ruhsal bunalım, sadece üretim aşamasındayken yaşanan birtakım zorluklar olarak adlandırılabilirdi. Bu durumda da erkek sanatçı Virginia’nın aksine kapatılma hissini yaşamayacaktı. Hatta kendini öldürse dahi bu yine dehasının onu sürüklediği bir son olacaktı.
Ev Kadını Sendromu
Filmin üç karakteri farklı zamanlarda farklı şehirlerde yaşasa da ortak özellikleri ev ile olan ilişkileri ve bu ilişkinin onları nasıl yıprattığı. Bu üç kadın da farklı yıllarda uyanarak farklı günlere başlıyorlar. Buna rağmen, film boyunca kadınların yaşadıkları günlerin birbirleriyle benzeştiğini görüyoruz ve yaşadıkları bu tek gün, aslında bizlere kadınların içine sıkışmış hissettikleri hayatı anlatıyor. Tam da bu yüzden Virginia Woolf karakteri filmde defterine şu cümleleri yazıyor: “Bir kadının bütün hayatı… Bir tek günün içinde… Sadece bir gün… Ve o gün… Bütün hayatı…”[5]
1923 yılında Richmond’da Virginia Woolf, 1951 yılında Los Angeles’ta Laura Brown ve 2001 yılında New York’ta Clarissa Vaughn filmin başlangıcında yatakta tek başlarına uyanıyorlar. Alarmları çalıyor; ancak yataktan hemen kalkmıyorlar. Filmin ilerleyen bölümlerinde Virginia’nın hastalığı yüzünden evden izinsiz çıkamadığını; Laura’nın ev kadını olduğunu ve Clarissa’nın da evden çalışarak editörlük yaptığını öğreniyoruz. Zaten hayatının çoğunluğu evde ve ev çevresinde geçen bu kadınların alarmla uyanmaya çalışması, bizlere güne ve hatta hayata başlamak için kendilerini zorluyorlarmış hissiyatını veriyor.
Amerikalı feminist yazar Betty Friedan, 1963 yılında yayınladığı The Feminine Mystique[6] (Kadınlığın Gizemi) adlı kitabında kadınların mutsuzluğunu “adı konulmayan sorun” olarak tanımlıyor. Friedan’a göre, Amerika’da ev kadını olmanın ideal olduğu 1950’li yıllarda, “mükemmel” ev hayatına sahip kadınların ortak problemi mutsuz olmaları. Friedan’ın yaptığı görüşmelerde kadınlar kendilerini bir bakıma bomboş, eksik hissettiklerini ifade ediyor.[7] Betty Friedan bu durumu şöyle özetliyor:
Amerikalı kadınların zihninde sorun, yıllarca söze vurulmaksızın gömülü kaldı. Birleşik Devletler’de yirminci yüzyılın ortalarında duyulmaya başlanan garip bir kıpırtı, bir doyumsuzluk, bir özlem duygusunun sancısıydı bu. Banliyölerde yaşayan her kadın bu acıyla tek başına savaşıyordu. Yatakları düzeltirken, sebze alırken, evine çarşaf seçerken, çocuklarıyla sandviç yerken, küçük izcilere şoförlük yaparken, geceleri kocasının yanında yatarken, kendine bile sormaktan korktuğu sessiz bir soru vardı: Hepsi bu mu?[8]
Toplumsal baskılar ve yönlendirmeler nedeniyle kendi entelektüel kapasitelerinin farkında bile olmayan kadınlar, mutlu olmaları gerektiğini düşündükleri için kendilerini istemedikleri bir hayata hapsediyorlar. Adı konulmayan sorun, mutlu olmaya kendilerini zorladıkları bu yaşamları seçen kadınların sorunu. Filmi izlerken bu sorun bize de hiç yabancı gelmiyor. Çok sevdiği Londra’dan uzakta, kendi seçmediği ve kapatıldığı hayata edebiyatla tutunmaya çalışan Virginia, eşine doğum günü için pasta yaparak ev kadını hayatına kendini zorla alıştırmaya çalışan Laura ve onu üzse de her gün eski sevgilisine bakmaya gittiği için bu hayatta sıkışmış olan Clarissa da hissettikleri bunalımın adını bir türlü koyamıyorlar. Film boyunca hayatları ev içindeki yaşamlarından ibaret kadınların kapana kısıldıklarını görüyoruz.
Mutluluk Borcu
Film boyunca kadınların bu hayatlara çaresizce sıkışmış olmaları anlatılıyor. Üçü de hayatlarındaki insanların ihtiyaçlarını eksiksiz bir şekilde karşılamak için çabalıyorlar. Onları seven bir partnerleri ve varlıklı bir yaşamları var; fakat kadınlar hayatlarından memnun değiller, karakterlere yaşamları ile ilgili her şey yanlış geliyor.
Virginia’nın iyileşmesi için tüm imkanları sağlayan, onu şehirden uzak bir eve yerleştiren bir eşi var. Laura’nın eşi de onu çok seviyor ve hayatı mükemmel ev kadını modeline uygun. Ancak bu kadınlar, toplumun gözünde ideal yaşamlara sahip olsalar da kendi var oluşlarını gerçekleştiremiyorlar. Aslında bir şekilde bu hayatlara bağımlılar ve kurtulamıyorlar. Clarissa, geçmişine saplanmış ve Richard’a bağımlı. Kendine yeni bir hayat kurmasına rağmen üzerinde Richard’ı hayatta tutan kişi olmanın sorumluluğu var. Laura ise ailesine bağımlı, onun için kocasını ve oğlunu terk etmek kolay değil. Eşine bağımlı olmak hoşuna gitmiyor, kocasının ona sağladıkları karşısında eziliyor.
Sara Ahmed, Feminist Bir Yaşam Sürmek[9] adlı kitabında mutluluğu, üzgün olmanın sonucundan kaçınmak için neticede yaptığımız şey olarak tanımlıyor:
Mutluluk sizi mutlu edecek veya etmesi gereken şeylere yönlendirilmenin bir yolu. Bu nedenle mutluluk bir baskı biçimi de olabilir. Baskı her zaman sert bir şekilde hissedilmez. Bir baskı hafif bir dokunuşla başlayabilir. Kibar bir teşvikle o yöne git, bu yöne git. Mutlu ol, mutlu olma. Çocuk yapacak mısın? Ne zaman çocuk yapacaksın? Endişeli bir bakış. Sorular, sorular: ne zaman sorusu üzerinde bir ısrar: bu ne zaman olacak, ne zaman olacak bu. Sorular samimiyet hatta kibarlıkla paketlenmiş olabilir: çok daha mutlu olacak, ne zaman, ama ne zaman?[10]
Çoğu zaman yapay bir mutluluğu, kendi yolumuzu seçip mutsuz olmaya tercih ediyoruz. Filmdeki kadınlar mutsuz olduklarında, ideal hayatlar yaşadıkları varsayıldığı için memnuniyetsiz olmakla eleştiriliyorlar. Clarissa kendini mutsuz hissediyor. Mutfağında yemek ya- parken bir anda parçalanıyor, sanki yıllardır yaşadığı tüm mutsuzluk ortaya çıkıyor. Buna rağmen kalkıp parti hazırlıklarına devam ediyor; kendini iyi olmak, mutlu olmak zorunda hissediyor.
Laura Brown ise, kendini sahip olduklarıyla mutlu olmaya zorluyor. Filmde eşinin doğum günü sabahına uyanan Laura’dan örnek bir eş olarak kalkıp eşini kutlaması, çocuğuyla ilgilenip eşine güzel bir pasta hazırlaması bekleniyor; fakat Laura’nın tek yapmak istediği yatakta kalıp Mrs. Dalloway kitabını okumak ve belki de böylece içine sıkıştığı sonsuz döngü olan bir günden kurtulmak. Tüm mutsuzluğuna karşın yine de eşine bir pasta yapmaya karar veriyor Laura. Kendini bunu yapacak gücü olduğuna, harika bir pasta yapıp oğluyla güzel zaman geçireceğine inandırmaya çalışıyor. Laura’nın arkadaşı olan toplumsal bir görüşün sözcüsü Kitty’e göre Laura mutlu olmalı; çünkü mutlu olması için gereken her şeyi var. Ancak Laura’nın bunların hiçbirini istememiş olabileceği, eşine doğum günü hazırlığı yapmak yerine kendini bir otel odasına kapatıp saatlerce kitap okumanın onu mutlu edebileceği kimsenin aklına gelmiyor. Toplumsal kurallar kadınların hayatını belirlerken sürekli “varsayıyor”. Tıpkı Freidan’ın bahsettiği gibi geleneksel beklentiler, kadınların kendi arzularının önüne geçtiğinde bir sıkışmışlık hissi yaratıyor ve bu sıkışmışlık hissi adı konulmayan soruna yani bir mutsuzluk hâline dönüşüyor.
Virginia örneği, filmde bu sıkışmışlık hissini oldukça iyi aktarıyor. Çevresindeki insanlar ona sürekli yemek yemesini, sakin bir hayat sürmesini, Londra’nın yorucu kalabalığından uzak durmasını öğütlüyorlar. Herkes onun ne yapması gerektiğiyle ilgili çok fazla bilgi sahibi; ancak kimse onun ürettikleriyle ve yazmanın ona ne kadar iyi geldiği ile ilgilenmiyor. Sara Ahmed, bu mutluluk beklentisini ve yarattığı baskıyı kitabında şöyle açıklıyor:
Feminizm bunun gibi hikayelerle, onları mutlu etmesi gereken şey- lerle mutlu edilemeyen kadınların hikâyeleriyle doludur. Mutsuzluk her yerde demek değildir bu; ama daha ziyade mutluluk beklentisi, kadınların gülümsemesi gerektiği ve dünyanın onlarla birlikte gülümseyeceği beklentisi, bunca şeyi beklemeye alan, hayatı beklemeye alan şeydir. Mutluluk beklentisi ille de mutsuzluk yaratmaz ama mutsuzluğu katlanılması daha zor kılabilir.[11]
Filmdeki kadınlar, bocalamalarını ve mutsuzluklarını örtmek için bir parti vererek ya da bir pasta yaparak yaşadıkları “an”dan kaçmaya çalışıyorlar. Filmin sonunda ise üç kadının da gündelik hayatlarının döngüsüne sıkışmış yaşamlarından nasıl kurtulduklarını görüyoruz. Bir şair, bir hayalperest olarak acı çeken Virginia, kendisini hasta hissediyor ve çevresindekilere yük olduğunu düşünüyor. Sakin, huzurlu ve uzun bir hayat istemiyor. Üretmek ve yazmak, kendisine dayatılan hayatın dışında var olabilmek istiyor. Bu olmayınca da intihar ederek kendi adına yapılan tercihlerin dışına çıkıyor ve içinde olduğu rutini kırmayı tercih ediyor. Film boyunca kadınların hayatlarıyla kapana kısıldıklarını görüyoruz. Bu öyle bir sıkışma ki filmin karakterleri sonunda bu hayatlardan kurtularak yaşamayı ya da ölmeyi seçiyorlar.
Kadınların İlişkileri
Film boyunca kadınların erkeklerle olan ilişkilerine odaklandığımızda, erkeklerin daha önce bahsettiğimiz adı konulmayan sorunun farkına varamadıklarını ve kadınların mutsuzluklarıyla ilgilenmediklerini görüyoruz. Virginia kocası Leonard’a kısa bir yürüyüş yapmak istediğini söylediğinde Leonard, “Sabahları yürüyüş yapabilseydim çok mutlu bir adam olurdum.” diyerek Virginia’nın hâlâ mutsuz olmasına bir anlam veremiyor. Clarissa ve Richard’ın ilişkisinde ise Clarissa yorgun ve mutsuz; ancak Richard bunu fark etmiyor. Richard, AIDS onun hayatını zorladığı için Clarissa’yı onu bu hayatı yaşamaya mahkum etmekle suçluyor. Laura’nın kocası Dan ile olan ilişkisinde de benzer bir tablo görüyoruz. Dan, Laura’ya güzel bir hayat sunduğunu düşünüyor: Evde oğlunun kahvaltısını hazırlıyor, çiçeklerle eve geliyor ve sıklıkla Laura’yı sevdiğini söylüyor. Ancak, Laura’nın mutsuzluğunu bir türlü fark edemiyor. Kadınların partnerlerinin, onların bu mutsuzluğunu fark edemeyişinin en büyük nedeni partnerlerine ideal bir hayat sunduklarını düşünmeleri. Üçünün partneri de ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarını, hayatlarındaki kadınlara güzel yaşamlar sunduklarını ve sundukları yaşamların her kadının hayali olduğunu düşünüyorlar. Bu yüzden kadınların mutsuzluğu, içinde bulundukları depresyon hâli partnerlerinin dikkatlerini bile çekmiyor.
Kadınların film boyunca anlaşılmak ve kendilerini mutlu edebilecek şeyleri aramak gibi bir dertleri var. Virginia’nın ablası Vanessa’yı, Laura’nın arkadaşı Kitty’yi, Clarissa’nın partneri Sally’yi öpmesini; bir mutluluk arayışı, anlamlandırma çabası, derdini paylaşma ve dayanışma olarak yorumlayabiliriz. Filmdeki üç kadının da çok fazla arkadaşı yok ve bu durum hayatlarında var olan kadınları daha değerli kılıyor. Dayanışma kurabildikleri ve paylaşımda bulunabildikleri tek mecra, hayatlarındaki diğer kadınlarla kurdukları dostluklar oluyor.
Sonuç Yerine
Film; farklı zamanlarda ve mekanlarda kadınlar için toplumsal baskının getirdiği eve ve hayatlarına sıkışma hissini ve bunun üç kadın için ortak bir payda olduğunu anlatıyor. Günlük hayatın kadınları içine hapsettiği rutin ile kadınlar mutlu olmaları beklenen hayatların içine türlü sorumluluklarla sıkıştırılıyorlar. Aynı şekilde kamusal alanda da kadınlar bir özne olarak var olamıyorlar. “Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?” sorusu gibi sorular kadınları bir özne olarak görmeyip dertleri birileri tarafından çözülmesi gereken insanlar olarak konumlandırılıyor. Kadınları yeniden edilgen bir yerde konumlandırmak, kendilerini gerçekleştirmek isteyen kadınlar için bir fırsat sunmuyor. Kadınlar, kendilerini ifade edebilecekleri ve onları baskılayan sisteme meydan okuyabilecekleri alanlara ihtiyaç duyuyorlar. Bu alanlar yaratılmadıkça kadınların sıkıştıkları hayatlar, kurtulamadıkları ve her gün tekrar yaşadıkları bir döngüye dönüşüyor. Bu yüzden Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’de dediği gibi: “… bir gün bile yaşamak çok, çok tehlikeliydi…”[12]
[1] Virginia Woolf, Mrs. Dalloway, Tomris Uyar (çev.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2017. [2] Linda Nochlin, “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?”, Sanat/Cinsiyet Sanat Tarihi ve Feminist Eleştiri, Ahu Antmen (haz.), İstanbul: İletişim, 2008. [3] Kraliçe Victoria’nın hüküm sürdüğü 1837 ile 1901 yılları arası için kullanılır. (y.h.n.) [4] Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, İstanbul: İletişim, 2017. [5] The Hours (2002), yönetmen: Stephen Daldry. [6] Betty Friedan, Kadınlığın Gizemi, İstanbul: E Yayınları, 1983. [7] A.g.e., s.20. [8] A.g.e., s.15. [9] Sara Ahmed, Feminist Bir Yaşam Sürmek, Beyza Sümer Aydaş (çev.), İstanbul : Sel Yayıncılık, 2018, s.75. [10] A.g.e., s.75 [11] A.g.e., s.86. [12] Virginia Woolf, Mrs. Dalloway, Tomris Uyar (çev.), İstanbul: İletişim, 2017, s.14.
コメント