Post-pandemi dünyası, ilişkilerin temellerinin daha sağlam atılacağı bir dünya olacak gibi duruyor. Tam kapanmalarla dolu 2020 yılı insanlara, diğer insanlarla kurduğu ilişkileri durup düşündürdüğü bir yıl oldu. Binlerce yıllık sanat tarihine dönüp bakıldığında mevcut sosyal koşulların sanatın gidişatını nasıl etkileyeceğini gösterir nitelikte. Büyük Buhran’ı yaşamış Amerikalı ressam Edward Hopper’ın insan manzaralarının izleyiciye aktardığı kasvetli yalnızlık ve gündelik yaşamın anlamsızlığı hissi, Manet’in In the Conservatory tablosundaki kadın-erkek ilişkilerinin gerilimi ve müphemliği, İkinci Dünya Savaşı sonrası estetik mimariyi öldüren Adolf Loos’un yarattığı akım, bu ilişkiye verilebilecek örneklerden sadece birkaçı. Bulunduğu alışılmadık koşulların bir ürünü olan Joachim Trier’in bu başyapıtının, Verdens verste menneske, da sanat tarihinde selefleri kadar keskin bir iz bırakacağına şüphe yok.
Film, dünyanın en refah ülkelerinden biri olan Norveç’te, onlarca kariyer ve dolayısıyla yaşam opsiyonu arasında kararsız kalan Julie’nin hayatının 4 yıllık bir kesitini sunuyor. Trier, nefis bir şekilde, hiç yargılamadan ve güzelliğini olabildiğince koruyarak sanki Renoir’in yaptığı portreler gibi keskinlikten uzak, canlı ve samimi fırça darbeleri vuruyor filminde. Güçlü bir senaryoya sahip olmasına rağmen sinematografi açısından kolaya kaçmayıp öyle bir Oslo manzarası sunuyor ki yönetmen; filmin açılış sahnesinde izleyici, manzara karşısında gördüğü güzel kadının kim olduğunu ve bu güzel şehirde neler yaşayacağını hemen merak etmeye başlıyor. Julie’nin kariyer seçimlerini ve eski ilişkilerini izlediğimiz bir prolog sonrasında açılıştaki büyüleyici sahneye dönen yönetmen, izleyiciye yeşil ve mavinin buluştuğu birkaç dakikalık bir yürüyüş sunuyor. Yürüyüş bitimi, duraklayıp yeşil ve mavinin harmonisine dalan Julie ile bir anda dış sesler minimum düzeye iniyor ve karakterimiz manzaraya daldıkça biz de onun düşüncelerine dalıyoruz.
Uzun bir yürüyüş sonrası filmin en iyi sahnelerinden biri olan flört sahnesi başlıyor. Yönetmen, Wong Kar-wai’nin In The Mood For Love’da yaptığı gibi cinsellik olmadan hüzünlü ve naif bir aşk betimlemesi yapıyor. Aralarındaki temel fark ise Trier’in üslubunun daha akıcı ve gerçekçi olması. Bir partide, bir odada iki insan göz göze geliyor ve aralarında fark edilmeyen gizli bir dünya kuruluyor, yeni bir boyuta geçiyorlar ve akıllardan uzun süre çıkmayacak bir flört sahnesi izlemiş oluyoruz.
Rutin hayatlarına dönüp onlarca gün harcadıktan sonra bir sabah, zaman Julie ve Eivind hariç herkes için duruyor, Tanpınar’ın deyimiyle:
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmaz akışında"
Tutkularının peşinden giden ve risk alan, yani kısacası hayatının tüm sorumluluğunun kendi ellerinde olduğunu derinden hisseden Julie, inanılmaz güzel birkaç ay geçirdikten sonra bir gün, tesadüfen eski erkek arkadaşı Aksel’in kanser olduğunu öğreniyor. Trier, bu bölümde birkaç sürreal sahne harici, Julie’nin bir Uşak halısı üzerine düşmesi ve çizgi film karakterleriyle sohbet etmesi gibi, ayakları yere basan olaylar dizisi sunuyor. Yaptığı seçimlerin bedelini ödeyen kararsız kahramanımız, Aksel’in fotoğraflarını çekerek onu ölümsüzleştirme çabasına giriyor ancak Aksel ölümsüz olmak değil yalnızca hayatına devam etmek istiyor.
Kimi insanların toplum beklentilerinin dışına çıkan bir yaşam süreceği ve tüm yaşamları boyunca sanata hizmet edeceği, sanki onlar henüz doğarken belirlenmiş de bu doğrultuda yaşam sürüyorlar gibi. Rodin, tüm gün mermerin içindeki cevheri ortaya çıkarmak için çalışmasaydı, Picasso binlerce resim ile atölyesini doldurmasaydı, Truffaut hayatını sinemaya adamasaydı bugün bu tarz filmlere sahip olamazdık. Julie de hüzünle Eivind ve onun mutlu ailesine, sahip olduğu çocuklara bakarken ve aynı günün akşamında fotoğraf düzenlerken neler düşünüyordu acaba diye merak ediyorum.
Sanatçıların kaderi yalnızlık ve ömürleri boyunca eksik bir şeyi aramak değil de nedir?
Comments