Geçmişin şiddetiyle, özellikle de devletin ideolojik baskı aygıtlarıyla yeniden kanattığı yaralarla dolu geçmişte yaşayanlar, geleceğin yankılarına kulak kesilmişlerdir. Bir yaşanmışlığın ürünü olan ağıtlar da bu seslerden biridir. Gelecek Uzun Sürer; ağıtlar üzerinden bu coğrafyada yaşanan acıları, kayıpları, devlet şiddetini, faşizmi ve ince bir tül gibi geçmişin üzerine örtülen umudu anlatıyor.
Üniversitede müzik üzerine çalışmalar yapan müzikolog Sumru, ağıt derlemeleri üzerine yaptığı tez çalışması için birkaç aylığına Diyarbakır/Amed/Dikranagerd’e¹ gitmeye karar verir. “Kaybolan” ağıtları toplamak için çıktığı bu yolculuk; Kürt mücadelesindeki kayıplarla ve kendi kaybıyla yüzleşmesiyle devam eder. Hemşin Ermeni’si olan Sumru’nun bu kısa gibi görünen ama birikmiş bir zamanın izi olan yolculuğunda ona Diyarbakır* sokaklarında korsan DVD satan ve hayallerinde umut dolu bir gelecek taşıyan Kürt Ahmet, tek başına kalmış eski bir kilisenin bekçisi olan Ermeni Antranik Dayı ve bölgede sürmekte olan savaşın tanıkları, devletin bir gece yarısı aldığı çocuklarına ölü ya da diri bir daha ulaşamayan anneler gibi pek çok kişi eşlik eder.
Toplumsal hafızanın kazındığı Diyarbakır* sokaklarında coğrafyanın kendine özgü seslerini kaydeden Sumru karakteri, Özcan Alper’in seyirciye hissettirmek istediklerini yalnız görüntü ile değil ses ile de yaptığının bir kanıtı. Sinemasını salt didaktik, propaganda temalı ve belgesel materyaller üzerinden değil, yaşanan sosyolojik gerçekliği ve katliamların ardında kalanları hissettirmek üzerine kurmuş olan yönetmen; ağıtlar ve arşiv kayıtları üzerinden bir hikaye yazarak gerçeklik ile kurgu arasında belli belirsiz bir çizgi yaratmayı da ihmal etmiyor.
Yaşanan onca acının, çocuklarını kaybeden annelerin, ölü bedenlerin, ölüsü dahi bulunamayan hayatların, kemik aramalarının, yakılan köylerin, yargısız infazların, katledilen halkın kısacası devletin zulmünün portresini ağıtlar üzerinden çiziyor Özcan Alper. Filmde bir yandan bu ağıtları araştırırken bir yandan da kendi gerçekliğinin de peşinden koşan Sumru, bu acıları ne kadar içselleştirse de tam olarak anlayamıyor. Yönetmen dâhil hepimiz ne kadar içerden bakmaya çalışsak bile dışındayız. Acıyı, acıyı yaşayanlar bilir. Mücadelenin bir ucundan tutmak isteyen insanlar için, Sumru için, hatta Ahmet için bile bu böyle. Bir sahnede Ahmet’in Sumru’ya “Kürtler şimdi de sosyolojik araştırma malzemesi mi oldu?” demesi tam olarak bu noktaya parmak basıyor. Yaşananların ardında bir toplumsal bellek yatıyor ve bu araştırmalara, filmlere, müziklere konu oluyor ama yaşananların acısı onu yaşayanlar için baki kalıyor, ardı yok. Gelecek Uzun Sürer de tam bu zamansızlığa işaret ediyor işte. Hem ömründe bir ana hapsolmuş insanlar hem de bu anın geçmişinden geleceği örgütleyerek yaşamaya çalışanlar…
Sesler gibi diller üzerinden de okunabilecek bir film Gelecek Uzun Sürer. Ağıtlar nasıl zamanın tanığıysa diller de hafızayı nesilden nesile aktaran bir şahittir. Filmde konum olarak seçilen Diyarbakır* Ermenicenin, Kürtçenin, Türkçenin, İngilizcenin iç içe geçtiği, yaşayan halkın da anadil ve çok dillilik taleplerini politik ve kültürel bir noktadan haklı çıkarıyor. Aynı acıları yaşayan halkların dilleri farklı olsa da hafızalarının ortak olduğunu görüyoruz. 30 yıldır yaşanan bu savaşın Diyarbakır üzerinden anlatılması bu noktada büyük bir önem taşıyor. Orası Türkler için Diyarbakır’sa, Kürtler için Amed, Ermeniler için Dikranagerd. Sumru’nun tesadüfen karşısına çıkan, duvarlarında bir tarihin yattığı o Ermeni kilisesi ve Anto Dayı; Kürtlere uygulanan faşizm gibi bir diğer soykırıma uğrayan halkın, Ermenilerin toplumsal hafızasını yansıtıyor bize. Yok olmaya yüz tutmuş ağıtlarıyla, yıkık dökük kilisedeki yalnızlığıyla karşılıyor bizi.
Film boyunca halkların hafızalarına, acılarına tanıklık ederken bir yandan da Sumru’yu araştırmaları esnasında içten içe yönlendiren aşkı ve acıyı görüyoruz. Üniversitede aşık olduğu devrimci genç Harun’un mücadelesini gerilla savaşıyla sürdürmek üzere gidişini ve veda mektubunu görüyoruz. Sumru araştırmasını yapıp yıllardır süregelen savaş ve kayıplarla yüzleşirken bir yandan da Harun’un izini sürüyor. Hakkâri’de bir mezar taşında buluyor Harun’unu. Bu zamana kadar dinlediği ağıtlar bu sefer Sumru’nun tercümanı oluyor. Kayıplarıyla yüzleşmeye çalışan öznelerden biri haline geliyor.
Tüm bu acılara rağmen umutsuz ve kapkara bir coğrafya görseli çizmemiş Özcan Alper. Diyarbakır sembolüyle birlikte o coğrafyanın çektiği ve çekmeye devam ettiği acılara rağmen sokaklarında nasıl bir direncin dolaştığını, dillerde hangi duygularla ağıtlar yakıldığını, umudun nasıl örgütlendiğini, geleceğin uzun sürse de geleceğini anlatmış. “Acılar da var orada ama bir Dicle de var orada. O nehrin kenarında Mehmet Uzun’un yazdıklarında, Ahmet’le Sumru gibi bir sürü gencin hikâyelerinde dillendirdikleri mekânlar, o hanlar…” diyerek Dicle’nin akışı gibi geleceğe umutla ve coşkunca akan mücadeleyi anlatmaktan geri durmamış. Harun’un mektubunda da dediği gibi: “Hakkında pek bir şey bilmediğimiz bir gelecekte değil; çoktan başlamış bir gelecekte, bizim adımızı taşıyan bir gelecekte…”
Şimdi güneşli ve güzel günlere olan inancımızla sözleşelim.
¹ Yazının devamında bu şehri hangi dildeki adıyla okumak istiyorsanız o şekilde devam edebilirsiniz.
Comments