Bu yazı ilk olarak bü'de kadın gündemi'nin 35. sayısında yayımlanmıştır.
Yazı: Asu Yekta Yılmaz, Büşra Üner, Çağıl Güner, Elif Berfin Demir, Yağmur Gönenç
Bu yaz Yeni Kapitalizmin Kültürü[1] kitabını okuduktan sonra, tartıştıklarımızı tamamlayabilmek ve daha kapsamlı bir bakış açısı kazanabilmek için Adam Curtis imzalı HyperNormalisation belgeselini izledik. Adam Curtis, belgesellerinde konu aldığı güç ilişkileri ve bunların felsefi, politik, psikolojik ve sosyolojik etkilerini ele almasıyla tanınan bir isim. Curtis, öğrenim gördüğü Oxford Üniversitesinde akademisyen olarak çalışırken BBC’den gelen teklifle televizyon ve yayıncılık dünyasına adım atmış. İşe televizyon için çektiği mini belgesel dizileriyle başlamış. Belgeselleri arasında, politik çıkarlar doğrultusunda korkunun kullanılmasını anlattığı The Power of Nightmares (2004), psikanalizin kitleleri kontrol etmek için devlet tarafından kullanılmasını konu alan The Century Of The Self (2005); ayrıca Suudi Arabistan ile ABD’nin birbiri arasındaki ilişki ve Afganistan’daki savaş üzerinde oynadıkları rol hakkındaki Bitter Lake (2015) en tanınmış olanları. İzlediğimiz HyperNormalisation adlı belgesel; Donald Trump’ın başkan olması, intihar bombacılığının nasıl ortaya çıktığı, LSD[2] kültürü, yükselen bireycilik, yeni siyaset yapma biçimleri, Suriye’deki savaş ve yapay zekânın yeni bir güç olarak ortaya çıkması gibi çok farklı konuları bir araya getirerek dünyanın son kırk yılının tablosunu çiziyor. Belgesel ekonomi ve siyaset alanının farklı aktörlerce[3] kontrolünün kolaylaşması için dünyanın basitleştirilmiş “iki boyutlu[4]” bir versiyona dönüştürüldüğünü anlatıyor. Curtis’in anlattığı hikâye Şam ve New York’ta iki farklı şehirde aynı anda başlıyor. New York bankacıların da siyaset alanında söz sahibi olmaya başladığı ilk şehirlerden; Hafız El-Esad’ın yönetimi altındaki Şam ise doğu ve batı arasındaki ilişkileri şekillendirebilecek stratejik bir öneme sahip. Bu şekilde başlayan hikâye giderek karmaşıklaşarak Yeni Kapitalizmin Kültürü kitabında okuduklarımızı yerleştirebileceğimiz politik/tarihsel bir altyapı oluşturuyor. Biz de bu yazıda belgeseli; bireyselleşme, teknolojik gelişmeler ve yeni siyaset yapma biçimleri üzerinden inceleyeceğiz. Dünyada Yükselen Bireyselleşme Belgeselin başında Adam Curtis, bizlere 70’li yıllardan itibaren dünyanın istikrarının intihar bombacıları, göç hareketleri ve farklı politik aktörler gibi pek çok etmenle birlikte bozulmaya başladığından söz ediyor. Belgesel boyunca dünyayı siyaset olmadan yönetmek üzerine kurulu, piyasa mantığına[5] geçilmiş yeni bir düzen ve bu yeni düzene geçiş sürecindeki kritik olaylar anlatılıyor. Politika, alternatifi yokmuş gibi sunulan piyasa mantığı ile yönetiliyor; yani sadece rakamlar önemli hâle geliyor, yaşanan toplumsal olayların değeri o olaydan etkilenen insanların rakamları doğrultusunda şekilleniyor. Belgeselin ana teması ise değişen bu yeni düzenle birlikte insanları etkisi altına alan bireyselleşme. Dünyanın git gide karmaşık bir yer hâline gelmesiyle bireyler kendi dünyalarına çekiliyorlar. İstikrarın olmadığı yeni dünyada belirsizlik ön planda. Bu belirsizlik, Richard Sennett’in Karakter Aşınması[6] kitabında bahsettiği gibi kişinin karakteri ve etik değerleri üzerinde baskı oluşturmaya başlıyor. Neoliberal dünya güvenli bir alan sunmuyor ve belirsizlik insanlar için bitmeyen bir kaygıya dönüşüyor. İstikrarlı olmayan dünyada belirsizlikten yorulan insanlar kendi özel alanlarına sığınıyorlar ve bireycilik bu şekilde güçleniyor. Adam Curtis, belgeselde dönüşümün başlangıcı olarak New York şehrini örnek veriyor. New York, ekonomistler tarafından yönetilmeye başlayıp zenginleşen bir şehir. Bu değişim sırasında da kolektif politik eylemin ve örgütlülüğün bitmesi ile birlikte yeni radikal birey ortaya çıkıyor. Curtis’e göre, yeni radikal birey şehrin dönüşümünü değiştirmeye çalışmıyor sadece şehri yaşıyor yani otoriterleşmeden kaçtığını iddia ederken kendi kabuğuna çekiliyor.[7] Bireyselleşme çağında insanlar sadece kendi alanlarında, kendilerini yansıtan şeylerle güvende hissediyorlar. Yeni eğlence anlayışı da bunun üzerine kuruluyor: Facebook, Instagram, Twitter gibi sosyal medya platformlarında kendimizi ifade edip topluma yönelik eleştirilerimizi yapabiliyoruz. Tüm bu mecralarda ya da Netflix gibi eğlence platformlarında her zaman neyi beğenebileceğimiz bizlere öneriliyor. Böylece kendi alanımız dışına çıkmak zorunda kalmıyoruz ve farklılıkları görmüyoruz. Sadece kendilerine ait alanlarda güvende hisseden insanlar için sosyal medya gibi uyuşturucu da bir sığınak hâline geliyor. Belgesel, dünyanın değişimini ve öngörülemezliğini farklı olaylarla anlatırken buna paralel olarak bireyselleşmenin yükselişinden ve bu yükselişin beraberinde getirdiği uyuşturucu kullanımından da bahsediyor. İnsanlar değiştiremeyeceklerini düşündükleri bu düzenden ve yüzleşmek istemedikleri gerçeklikten uzaklaşmak için uyuşturucu kullanmayı seçiyorlar. Adam Curtis’in bu belgeseldeki esas meselesi, insanların değişen düzende gerçeklikle yüzleşmekten kaçınmaları. Curtis, bu yeni sistemde karmaşık olan gerçeklik yerine daha basit bir gerçeklik kurgulandığını ve insanların daha kolay olana inanmayı seçtiklerini söylüyor. Yeni sistemde muhalifler kolektif eylem yerine kendilerini ifade etmeyi (self-expression) seçiyorlar. Bireyler kendilerini hiçbir politik örgütle özdeşleştiremiyor. Örneğin, Adam Curtis belgeselde Patti Smith’i eleştiriyor. Patti Smith muhalif hareketlerin de bir tür bürokrasi hâline geldiklerini söyleyerek kendini muhalif olarak tanımlamak için sanata yöneliyor. Adam Curtis’e göre bireylerin sanata yönelerek bireysel muhalif duruşlar sergilemesi devrimi süresiz olarak erteliyor. Adam Curtis’in bu hareketlere asıl eleştirisi hiçbirinin daha iyi ve farklı bir dünya vizyonu sunmuyor oluşu. Oysa Curtis, bu sistemin gerçeklerinin farkında olarak alternatif bir vizyon üretmek gerektiğini savunuyor. Muhalifler kendilerini sanat ve müzik yoluyla ifade ederek sistemi eleştirdiklerini sanırken aslında kurgulanan basit gerçekliğin ve sahte dünyanın bir parçası hâline geliyorlar. Biz de belgeseli izledikten sonra yaptığımız tartışmada Türkiye’deki muhalif hareketlerin durumunu konuştuk. Yükselen bireyselleşme ile birlikte Türkiye’de de örgütlenmenin zorlaştığını gözlemlemek mümkün. İnsanlar bir araya geldikleri eylemler yerine özellikle sosyal medya üzerinden kendilerini ifade ederek muhalif kimliklerini sürdürmeyi tercih ediyorlar. Öte yandan, bu yöntem de bu sistemin içinde bize sunulan kısıtlı kanallar aracılığıyla yapıldığı için alternatif bir vizyon sunamıyor. Sosyal medya kanallarında kendi politik duruşumuza uygun muhalif sayfaları, toplulukları takip ediyoruz. Bu sebeple farklı muhalif görüşleri okuma, onların sosyal medya üzerindeki eylemliliklerini görme imkanına sahip olamıyoruz. Bu bireyselleşme içinde başka türlü örgütlenme biçimlerini tartışmak yerine dünyayı değiştiremediğimiz için üzülmekle yetiniyoruz. Her seçimde, önce seçim sürecindeki haksızlıklara sonra da seçim sonuçlarına üzülüyoruz. Fakat bir araya gelip bir alternatif kurgulamıyoruz. Herkesin kendi kabuğuna çekildiği yeni düzende muhalefetin tercih ettiği en revaçta olan politik bir araya gelme şekli ise forumlar. Bu forumlar da tam da Adam Curtis’in belgeselde eleştirdiği gibi insanların duygularını paylaştıkları ama ortak bir gelecek vizyonuyla ilgili hamle almadıkları platformlar haline geliyor. Bu bireyselleşme ve artan kaygı ile insanların güvende hissedebilecekleri alanlar giderek azalıyor. Beraberliğin ve örgütlülüğün oldukça zor olduğu yeni sistemde, Richard Sennett’in de Karakter Aşınması kitabında ele aldığı gibi insanlar için güvende hissettikleri tek alan aileleri oluyor.[8] Etik değerlerde aşınmalar olurken insanlar siyasi muhafazakârlığı da beraberinde getiren eski değerlere daha sıkı tutunmaya başlıyorlar. Muhalif hareketler de geleceğe dair bir vizyon üretmediği için muhafazakârlık yükselen ideoloji hâline geliyor. Böylece belirsizlik çağında bireyselleşen ve kendi kabuklarına çekilen insanlar için muhafazakârlaşma kaçınılmaz oluyor.
Teknoloji, Bireyselleşme ve Güven Duygusu Belgeselde Adam Curtis, teknoloji ve bireyselleşme arasındaki ilişkiyi dünyada meydana gelen çeşitli teknolojik gelişmelerden örneklerle birlikte inceliyor. Önceki bölümde de değindiğimiz gibi 1980’li yılların sonlarına doğru şekillenen neoliberalleşme ile beraber bireyler, kolektif politik eylemden vazgeçmeye başlıyor. Piyasa mantığına geçen siyasetin de kendine yeni ve daha bireyci bir söylem yarattığı bu çağda, bankalar ve büyük şirketler cyberspace (siber alan) aracılığıyla ilişkiler kurmaya başlıyor. Sanal bir gerçekliğe dayanan bilgisayar, internet gibi ağları içeren cyberspace kavramını, bireyleri koruyacak kuralların ve politikacıların olmadığı bir dünya idealine dayanan yeni bir kontrol ve güç mekanizması olarak açıklayabiliriz.10 Bu kavram, hiyerarşinin olmadığı alternatif bir idealle ortaya çıkıyor; fakat belgesel süreç içinde cyberspace’in nasıl devletlerin ve şirketlerin erişimine açık bir alana dönüştüğünü gösteriyor. Günümüzde ise zaten siyaseti kontrol eden ekonomiye başka bir güç daha veriyor. Devletler ve şirketler cyberspace’i ve çeşitli teknolojik gelişmeleri, gerçekleri manipüle etmek amacıyla kullanmaya başlıyorlar. Cyberspace’i politika için bu kadar önemli bir alan yapan şey ise artan bireyselleşme ile insanların kendilerini daha rahat ifade edebilecekleri bu alana yönelmeleri. Bireyler, dünyayı değiştirme ideallerinden vazgeçerek bilgisayarlardaki yeni gerçekliklere ve ütopyalara sığınıyorlar. Teknolojinin hızla gelişerek birçok bilgiyi depoladığı ve gerçekliğin öneminin kalmadığı yeni dünya düzeninde; insanların güvenlerinin azalması, bireyselleşmeleri ve mutsuz hissetmeleri aynı zamanda antidepresan ilaçların kullanımında da artışlara sebep oluyor. 1990’lı yıllarda artan ilaç kullanımı karşısında teknolojinin ilginç bir çözümü olan Eliza adlı bilgisayar programı belgeseldeki ilginç bölümlerden biri olarak değerlendirilebilir. Eliza adlı bu bilgisayar programı, insanlara bilgisayar üzerinden psikolojik destek vererek onların duygusal dünyalarını iyileştirmek amacıyla tasarlanıyor. Bireyler güvensiz ve mutsuz hissettikleri dünya düzeninde Eliza’yı korkularından kaçtıkları, kendilerini daha güvenli hissedecekleri bir alan olarak görüyorlar. Eliza bireylerin psikolojilerini düzeltmek için ona söylenen cümleyi tekrar ederek[9] onlara almak istedikleri cevapları veriyor. Eliza’nın sadece bir bilgisayar olduğunu bilmelerine rağmen ona danışanlar Eliza’nın onları asla yargılamayacağı, onları taciz etmeyeceği gibi gerekçelerle bilgisayar programına bir başka insana güvendiklerinden daha çok güveniyorlar. Bu noktada içinde bulunduğumuz bu kültürde insanların beyinleri daha basit düşünmeye itiliyor. Özellikle 2000’li yıllarda bireyler politik atmosferden korktukça daha çok kendi içlerine dönüyorlar. 2000’lerde bireylerin güven duygularının azalmasında, Irak Savaşındaki yıkımın önemli bir etkisi olduğundan bahsedebiliriz. Büyük protestolara rağmen yıkımların önüne geçilememesi, bireyleri kendilerini daha özgür ve güvenli hissedebilecekleri ve politikanın bireylerin duygusal dünyalarını yıkıcı etkisinden uzak kalacakları sanal mekânlara yöneltiyor. Belgeselde, bu dönemde insanların sosyal medya platformlarına daha çok video yüklemeye başladığını görüyoruz; çünkü bireyler sosyal medyaya yükledikleri videolarda görünmek istedikleri gibi görünerek kendilerine güvenli bölgeler inşa ediyorlar. 2010’lu yıllarda sosyal medyanın insanları yeniden bir araya getirebilecek alternatif bir eylemlilik yöntemi olarak da kullanılabileceği keşfediliyor. Arap Baharı sırasında Mısır’da insanların Tahrir Meydanı’nda toplanarak ayaklanmasında sosyal medyanın önemli bir etkisi var. Buna karşın Adam Curtis, ayaklanmanın sonrasında Mısır’da yaşananları analiz etmenin, sosyal medyanın alternatif bir eylemlilik yöntemi olarak görülüp görülemeyeceğini anlamakta bize yardımcı olabileceğini söylüyor.[10] Curtis’e göre sosyal medya insanları Tahrir Meydanı’na toplamada önemli bir güce sahip oluyor; ancak bir araya gelen bu insanların geleceğe dair ortak bir vizyonları yok. Bu yüzden ayaklanma öncelikle hedefleri net olmayan Müslüman Kardeşler’in başa gelmesiyle sonuçlanıyor. Müslüman Kardeşler’e iktidarın generalleri tarafından darbe yapıldığında da Tahrir Meydanı’na gelen liberal kesimler Müslüman Kardeşler’in değil; onlara darbe yapan iktidarın yanında yer alıyor.[11] Aslında Curtis devrimci bir eylem için güçlü ve yaratıcı ideolojiler gerektiğini savunuyor. Ancak sosyal medyadan örgütlenen eylemlerin geniş kesimlere seslenebilme başarısına rağmen net hedefleri belli olmayabiliyor. Bu yüzden büyük kalabalıklarla başlayan eylemlilikler sonuçsuz kalıyor. Adam Curtis’in muhalif hareketler için yaptığı bu eleştirinin Türkiye’de feminist hareket için de geçerli olduğunu konuştuk. Feminist gündemin takip ettiği cinsel taciz, kadın bedeni üzerinden yapılan politikalar gibi çeşitli konularda kalabalık eylemler düzenlenebiliyor olsa da, kadınlar daha çok belli olaylara tepkilerini koyabilmek üzere kısa süreli bir araya geliyorlar. Aslında kadınların tepkilerini göstermek üzere bir araya gelmeleri iktidara karşı örgütlü bir mücadele yürüttükleri anlamına gelmiyor. Yeni Siyaset Yapma Biçimi İçinde yaşadığımız dönemde tıpkı diğer her şey gibi politik sınırlar da belirsizleşiyor; gerçeklik artık değişken ve dengesiz. Sürekli değişen siyasi atmosfere ayak uydurmak gittikçe zorlaşıyor. Özellikle Türkiye gibi gündemin hızla değiştiği ve neredeyse her sabah başka bir tartışma konusuna uyandığımız ülkelerde, insanların siyasetle ilişkileri gittikçe kopuyor ve bu kopuş özellikle gençler arasında korku ve bıkkınlık yaratıyor. İnsanlar, bir noktada dahil olamadıkları gündemi takip etmeyi bırakıyor. Belgeselde de gördüğümüz üzere algı yönetimi ve kitle manipülasyonu, günümüz hükümetlerinin en büyük silahı hâline gelmiş durumda. Bu algı yönetimi hükümetler tarafından belirsiz bir politika yürütülerek yapılıyor. Bir gün destek oldukları sivil toplum örgütlerine, muhalif gruplara ertesi gün terörist muamelesi yapıp toplum algısını yönlendiriyorlar; bu da insanlarda korku ve güvensizliğe yol açıyor. Belgeselde buna örnek olarak Amerika’nın kendi politikaları doğrultusunda Libya lideri Muammer Kaddafi’yi önce devlet başkanı bir terörist sonra ise uluslararası bir halk kahramanı olarak tanıtması gösteriliyor. Biz de belgeseli tartışırken benzeri bir durumun Türkiye’de çeşitli cemaatler üzerinden yapıldığını konuştuk. Aslında gerçek, devletlerin ve şirketlerin çıkarlarına göre değiştirilerek sunuluyor. Tıpkı Rusya’da Vladimir Putin’in birbiri ile zıt görüşteki muhalif grupları destekleyip gerçek politikasını saklayarak çok uzun süre iktidarda kalmayı başarması gibi. Artık güçlü karşısında zayıfı koruyan demokratik sistemlerin yerini bu tür algı yönetimleri alıyor. Bu belirsizlik içinde yorulan ve düzeni değiştiremeyeceklerine inanan insanlar, mücadele etme fikrinden de gittikçe uzaklaşıyor ve siyaset sadece başka bir tüketim alanı olarak elimizde kalıyor. Siyaset ve iş hayatı, bu noktada çok benzeşiyor. Çalıştıkları yerlerde geleceklerinden emin olamayan, işlerini kaybetmekten korkan insanlar kendilerini güvende hissedebilmek için sorgulamayı bırakıyor ve ne istenirse onu yapmaya başlıyor. Politik ortam belirsizleştikçe insanlar kendilerini daha da tehlikede hissediyor ve bu iş hayatına da yansıyor. Son dönemdeki güvenlik soruşturmalarından da gördüğümüz üzere insanların artık suçlarının ne olduğunu bilmeden işten çıkartılmaları ya da en başında işe alınmamaları sık karşılaşılan bir durum oluyor. Böyle bir sistemde, insanlar siyasi kimliklerinden sıyrılmaya ve mücadeleden uzaklaşmaya başlıyor. Bu uzaklaşma da toplu muhalefet alanlarını daraltıyor ve insanları bireyselliğe itiyor.
Belirsizliğin insanlarda yarattığı korku ve güvensizlik sadece iş hayatı veya siyasetle de sınırlı değil. Günlük hayatlarımıza da sirayet eden bir belirsizlik söz konusu. “Düşman”ın kim olduğunu ve nereden saldıracağını bilemediğinde insanlar, kendilerini kısıtlamaya başlıyorlar. Son dönemde, politikada sık karşılaştığımız bir eylemlilik olan intihar bombacılığı da neoliberal siyasetin önemli bir örneği. Belirsizlik etrafında şekillenen neoliberal politikada; nerede, ne zaman, ne olacağı bilinmeyen ve bu yüzden her zaman bir korku sebebi olan intihar bombacılığı bir araç olarak kullanılıyor. İran lideri Humeyni tarafından ortaya atılan intihar bombacılığı fikri, başlarda İran-Irak savaşında kullanılıyor. İslam’da intihar yasak olmasına rağmen bu fikir şehitlik yüceltmesi ile birlikte meşrulaştırılıyor. Neoliberal sistemde bireyselleşmenin artması ile kendi alanlarına çekilen insanlar için şehitlik gibi söylemler kolektif bir aidiyet hissi oluşturuyor.
Türkiye’de de durum farklı değil. Özellikle 2015’ten beri artan intihar bombası vakaları ile birlikte insanlar artık sokağa çıkmaktan, toplu alanlarda dolaşmaktan çekiniyor. Sürekli yaşanan bu korku ve panik, medyanın da rolüyle bir karmaşa ortamı yaratıyor. Karmaşadan korkan insanlar, kendi alanlarına çekilip muhalif kimliklerini sosyal medyada sürdürüyorlar. Ancak bu mecralarda da sürekli haberler dolaşıyor. Dolaşan haberlerin doğruluğundan kimse emin olamıyor, bir yandan da gündem o kadar hızlı değişiyor ki haberlerin peşine düşmek veya teyit etmek için emek sarf edilmiyor. Durum böyle olunca hükümetin söyledikleri çoğunluk tarafından kabul ediliyor ve sorgulanmıyor. Sorgulayamadıkları ve mücadele edemedikleri, hatta kim olduğunu bile bilmedikleri bir “düşman” karşısında kalınca insanlar bunun kendilerinden çok daha üst bir siyasetin meselesi olduğuna inanıyor ve apolitize oluyorlar. Sürekli değişen gündem, bu belirsizlik ve karşısında bir şey yapamama hâli de insanların hakikat algısını yitirmesine yol açıyor.
Hypernormalisation
Adam Curtis belgeselde, aslında şimdiye kadar yazımızda değindiğimiz yeni dünya düzeninde sosyal medya, internet kullanımı, uyuşturucu tüketimi, intihar bombacıları, belirsiz politikalar ve birçok hadiseden doğan sonuçları özetliyor. Kısaca; hypernormalisation, mevcut düzeni sorgulayamamak olarak özetlenebilir. Başka bir deyişle; kişi sistemin o kadar içinde kalıyor ki, sorguladığını ve eleştirdiğini düşünse de herhangi bir çıkış yolu bulamıyor. Bu sebeple de ona sunulmuş olan dünyayı gerçeklik olarak algılamaya başlıyor. Bu sahte dünya sorgulanabilmekten uzaklaştıkça da değiştirilemez ve dönüştürülemez olarak görülmeye başlanıyor. Adam Curtis ise hypernormalisation kavramının Rus bir yazara ait olduğunu belirtirken Hypernormalisation’ı şu şekilde açıklıyor:
Bundan 40 yıl önce, etrafınızı kuşatan başka bir sistem vardı. Sovyetler Birliği’ndeydi. Fakat 1970’lerde sistem çatırdamaya başladı. Rusya, liderlerinin yalan söylediğini herkesin bildiği bir toplum hâline geldi. Çünkü kendi gözleriyle ekonominin kötüye gittiğini görebiliyorlardı. Fakat herkes onlara söylenenler doğruymuş gibi davranmaya devam etti. Çünkü hiç kimse bir alternatif düşünemiyordu. Bir Sovyet yazarı bu duruma HyperNormalisation adını verdi. Sistemin o kadar parçasıydınız ki, ötesini görmek imkansızdı.
Yaşadığımız dönemde de “ötesini görememek”, farklı bir dünya vizyonu geliştirememek tanıdık olduğumuz bir durum. Siyaset alanı bir belirsizlikten ibaret bu yüzden bu alana nasıl yaklaşacağımızı, ne yapmamız gerektiğini bilemiyoruz. Bu da insanların giderek hayata dair umudunu kaybetmesine sebep oluyor.
Sonuç Yerine
Belgesel, kurulu olan düzenin yarattığı gerçeklik algısını eleştiriyor. Bir benzetme ile özetlemek gerekirse; yaşadığımız dünyayı bize sunulan büyük bir cam fanus olarak görebiliriz. Bizler, o fanusun içinde yaşayan balıklar olarak dünyayı yalnızca o kırılmaz camların sınırlarından ibaret olarak hayal edebiliyoruz. Kişi, yaptığı eleştirileri yine var olan sınırlar içerisinden düşündüğü ve bu sınırlar çerçevesinde yorumladığı için de, aslında yöneltilen eleştiriler mevcut düzenin içerisinde kalıyor. Böylece de kitlesel bir sonucu olmayan, daha çok bireysel eleştiriler yapılmış oluyor. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse; günümüzde kitlesel muhalif örgütlenmelerden bahsetmek zor. Adam Curtis bu durumun sebebini bireyselleşmeye bağlıyor ve artık insanların toplumu kendilerini ifade etme yolunu kullanarak eleştirdiğinden bahsediyor. Örneğin; sosyal medyanın bu denli güçlü olduğu ancak bir o kadar da manipülatif olduğu bir dünyada, sosyal medya üzerinde yapılan eleştiriler bireysel vicdan rahatlatma veya herhangi bir kişinin sosyal medyada gezerken önüne düşen bir post olmaktan öteye geçemiyor. Mevcut düzenin sorgulanmaması ve geleceğe dair umutsuz olma durumları, aynı zamanda düzenin değiştirilemez olduğu düşüncesini de yaratıyor. Adam Curtis’in de bahsettiği gibi insanlar düzene karşı rahatsızlıklarını fark etseler, düzeni sorgulasalar bile herhangi bir şekilde alternatif üretemiyorlar. Hâliyle de mevcut düzen; “büyük güçlerin” oyunu olmaktan ve müdahale edilemez olmaktan öteye geçemiyor.
Her ne kadar Adam Curtis bu belgesel sayesinde bizlere bu sahte gerçekliğin içine ne denli hapsolduğumuzu ve bu gerçekliği sorgulamamız gerektiğini hatırlatsa da, belgesel bizlere bir çıkış yolu veya alternatif bir örgütlenme biçimi sunmuyor. Adam Curtis sanat aracılığıyla bireysel bir aktivizm yapan muhalifleri bu sahte gerçekliğin bir parçası olmakla eleştirdiği bir röportajında: “Bireysel ifade ve sanatın kendisine sorması gereken büyük bir soru var. Bireysel ifadeyle insanların dünya görüşünün değiştirilebileceği varsayıldı. Fakat değiştirilemedi. Müzik ve sanat toplumda olanı ifade etmenin çok iyi bir yöntemidir. Güzel bir ayna gibidir. Yapamayacağı şey dünyayı değiştirmektir. Dünyayı güç ve kolektif hareket ile değiştirebilirsiniz.” diyor.
Bu noktada, sanat alanındakilerin bu yolla toplumsal sorunları görünür kılmasını da tamamen değersizleştirmemek gerektiğini düşünüyoruz. Günümüz Türkiye’sinde, sanatın giderek değersizleştirilmeye çalışılmasına rağmen sanata dair ve sanatla yapılan her eylemlilik, kitlesel yankılar bulmasa bile, var olunduğu ve olunacağı vurgusunu sürdürüyor. Fakat belgesel, toplumsal düzenin dinamiklerini görüyor ve sistemin açmazlarını ortaya koyuyor. Bu yüzden Adam Curtis’in belgesel boyunca alternatif olarak sunduğu konulardan biri aslında gazetecilik ve gerçek bilgiye ulaşma çabasının hâlâ çok önemli olması.
Belgesele dair tartıştığımız bir diğer nokta ise, Adam Curtis’in Ortadoğu tartışmalarını açıklarken her ne kadar eleştirel yaklaşsa da oryantalist bir tavırdan tam olarak vazgeçememiş oluşu. Bunun sebebi de, Ortadoğu politikalarının tamamen Batı’nın projesi gibi sunuluyor oluşu. Doğu’nun yürüttüğü politikaların motivasyonu ise ya intikam isteği ya da dikkat çekme arzusu olarak aktarılıyor. Bu açıdan baktığımızda Batı rasyonel bir tutum sergilerken Doğu’nun politikaları irrasyonel bir şekilde gösteriliyor.
Bu yazımızda yeni neoliberal düzeni ve onun getirilerini anlatan Hypernormalisation belgeselini, bireyselleşme, teknolojik gelişmeler ve muhalif hareketler gibi temalar üzerinden ele almaya çalıştık. Kitlesel mücadelelerin veya güçlü örgütlenmelerin olmadığı bir ortamda yaşayan bizler bulunduğumuz yerlerde, kulüplerimizde, sosyal yaşantımızda ve hayatın diğer alanlarında üretim yapmanın, kolektif çalışma yürütmenin, sorgulamanın ve bir şekilde ses çıkartmanın, etki alanı ne olursa olsun, oldukça önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü; insan üretimde kaldıkça hayatta kalıyor. Ve insan hayatta kaldıkça değiştirme ve dönüştürme imkanı oluyor.
[1] Richard Sennett, Yeni Kapitalizmin Kültürü, Aylin Onocak (çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015. [2] LSD : Liserjik asit dietilamid, kısaca LSD ya da LSD-25, halk arasında asit olarak bilinir. 1960’lı yıllarda gençler tarafında yaygın bir şekilde eğlence amacıyla kullanılan uyuşturucu madde. O dönem politik tartışmalara yol açmıştır. (y.h.n.) [3] Belgeselde siyaset alanının yalnızca politikacılar tarafından yönetilmediği, çeşitli büyük şirketlerin ve bankaların da artık siyaset alanında farklı aktörler olarak ortaya çıktığından bahsediliyor. (y.h.n.) [4] Bu kavram belgeselde dünyanın gerçeklerden uzaklaştırılmış yalan bir versiyonunu tanımlamak için kullanılır. (y.h.n.) [5] 1980 öncesinde siyaset alanında yalnızca politikacılar söz sahibiydi; ancak 1975 yılı ve sonrasında siyaset alanında bankacılar, yatırımcılar, büyük şirket sahipleri de söz hakkına sahip olmaya başladı. Böylece siyaset alanında, piyasalar hakimiyet kazandı. (y.h.n.) [6] Richard Sennett, Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Karakter Üzerine Etkileri, Barış Yıldırım (çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2016. [7] Hypernormalisation (2016), yönetmen: Adam Curtis, BBC. [8] Richard Sennett, Karakter Aşınması : Yeni Kapitalizmde İşin Karakter Üzerine Etkileri, Barış Yıldırım (çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2016 [9] Belgeselde şu şekilde geçiyor: Person: I am so depressed. Eliza: Why do you think you are so depressed? (y.h.n.) [10] Mehmet Ekinci, “Dünya İyiler ve Kötülerden Daha Karmaşık Bir Yer: Adam Curtis”, Ebru Bayraktar (çev.), bantmag. <http://www.bantmag.com/ magazine/issue/post/48/737> [11] Mehmet Ekinci, “Dünya İyiler ve Kötülerden Daha Karmaşık Bir Yer: Adam Curtis”, Ebru Bayraktar (çev.), bantmag. <http://www.bantmag.com/ magazine/issue/post/48/737>
Comments