top of page
Fatma Betül Ataş

Işık ve Gölge Arasında Hayatın Gri Skalası: Yankı

“Ilık ama sağlam havayı içime çektikçe çektim, içimdeki dehşetin yerini yazgıların çeşitliliği karşısında duyduğum büyük şaşkınlık aldı ve her pencerenin ardında bir alınyazısının beklediğini, her kapının bir yaşantıya açıldığını hissettim yine- gözlerimi yaşartacak kadar beni mutlu eden bir duyguydu bu; bu dünyanın çeşitliliği her yerdeydi ve böceklerin ateşli parıltıyla çürümeleri gibi en sefil köşe bile önceden belirlenmiş olaylarla doluydu.”[1]

Ay Işığı Sokağı’na ait olan bu alıntı, 2019 yapımı Yankı filminin bir özeti gibi. Rúnar Rúnarsson bizlere günümüz İzlandasının Noel sezonundan 56 farklı kesit sunuyor. Film, her bir karakterin sadece tek bir sahnede gösterildiği ve birbirinden bağımsız gibi gözüken kısa hikayelerden oluşuyor. Kapsayıcı bir kurgu içermediğinden ötürü, geniş bir arazide büyük bir evin alev aldığını seyrederken, diğer yanda kendisi için tek kişilik yemek hazırlayan bir adamın akşamına misafir olabiliyoruz. Bu yönüyle bir mozaiği andıran yapısı, gerçekliği anbean sahneleyerek bize büyüleyici bir perspektif çiziyor. İnsan etkileşimine dair en küçük detayların; gündelik tartışmalarımızın yanı sıra şefkat ve merhametin de dahil olduğu kolektif izler barındırıyor. Filmin non-narrative yapısında bazı hikayeler diğerlerine kıyasla ekranda daha uzun süre kalırken, bazıları ise sanki dikkatimizi celbetmeyince gözümüzü bir noktadan çekmemize benzer şekilde çok kısa sürüyor. Bu kontrast, hayatın en olağan parçalarından hareketle gerçekliğe gözlerimizi dikmemize benziyor.

Yankı’daki etkileyici unsurlardan biri de film boyunca kameranın sabit kalması. “Sinema, kontrolümüz dışında olan şeylere bizi şahit tutmak için mi vardır?” sorusunu bu bağlamdan bağımsız düşünemiyorum. Hatta aklımda Nostalji filminin klasikleşmiş mum sahnesi beliriyor. O sahneyle alakalı, “Mum sönmeye devam etseydi, ben de çekmeye devam ederdim,” diyor Tarkovski. Yönetmenin elinden çıkmış bir dünya var elbet, o mumun ne zaman yanacağına karar veriyor olabilir ama ne zaman söndüğüne karar veremiyor. O sahne tek planda çekilmeseydi, gördüğümüzle algımız arasında bir kurguya dönüşürdü. Tek planda çekilmesiyle ekranda gözükenler bizim elimizde olmayan durumlara bizi tanık ediyor. Yankı filminde de benzer bir niyet sezebiliyorum. Hayat içerisinde de o sırada olan ve bizim elimizde olmayan birtakım olaylara, düşüncelere veya duygulara tanık oluyoruz istesek de istemesek de. Bu açıdan bakıldığında kamera kullanımı ve sahnelerin kesilmemesi bana statik çekimlerin ne kadar yerinde olduğunu düşündürdü. İçerik ve biçim birbirini etkileyerek bir birlik oluşturur ve sinematografi de filmin ne “anlatmak” istediğinden çok da bağımsız değildir. Yönetmen kafamızda bir kurgu oluşmasına izin vermiyor, çünkü bu hayatın ta kendisi.


Filmin hayat yansımalarının görüldüğü bir ayna misali karşımıza çıkması, yönetmenin kendisinin de dikkat çekmek istediği bir nokta. Zira Rúnar Rúnarsson da kendi filmini “postmodern toplumun yankısı olan bir tür mozaik resim, çağdaş bir ayna” olarak tanımlıyor.[2] Üstelik, anlatıyı aktarmak için gerçekliği parçalara böldüğünü ve bu anlatı parçalarının her birini de duyguları tasvir etmede kullandığından bahsediyor. İzleyicinin sabırlı olması da bekleniyor, çünkü film ancak sizin ritminize hitap ettiği anda akışını bulabiliyor. Dolayısıyla Hollywoodvari bir kurgusal anlatımı bu filmde arayanlar hayal kırıklığına uğrayacaktır. Yönetmenin anlatım yaklaşımı sahildeki taşları toplamak misali; taşların her biri bir şekilde emsalsiz ve biricik, birleştirildiklerinde ise büyülü bir bütün haline geliyor.


Film sona doğru birbirinden bağımsız hikayelerden sıyrılıp bütünsel bir anlama bürünüyor ve manidar bir şekilde sonlanıyor: Yeni yılın girmesinin ardından doğan bir bebekle yeni bir hayat. Ardından, “Bu sene on beş kişi öldü.” yazan yol tabelası “Bu sene hiç kimse ölmedi.” şeklinde değiştiriliyor ve sanki her şey ölümle birlikte anlam kazanıyor. Sonunda çöpçüler için de olduğu gibi, hayat yine bir şekilde devam ediyor. En nihayetinde, her sahnenin bireysel bir anlatıdan ziyade kolektif bir insan portresindeki bir fırça darbesine tekabül ettiği ve her birimizin üzerinde de o izleri kaçınılmaz bir şekilde bulduğumuz Yankı, yeni yıla yaklaşırken izlenebilecek en anlamlı filmlerden biri olabilir.

[1] Stefan Zweig, Ay Işığı Sokağı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017, s.11 [2] https://mubi.com/tr/notebook/posts/runar-runarsson-introduces-his-film-echo

241 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page