“Bir şeyi anlatabiliyorsak neden film yapalım ki?” diyor Cafer Panahi, sinemada görmek ve göstermek üzerine beni en çok etkileyen 2011 yapımı In film nist (Bu Bir Film Değil) filminin bir kısmında. İşte onun bu cümleyi kurduğu noktada sinemaya olan hayranlığım başlıyor. Çünkü anlatamadığımız için sinema var, anlatamadığımız için gösterme çabasına giriyoruz ve gerçekten sinemanın anlatma potansiyeline güveniyoruz. Ama bu demek değildir ki göstermek anlatmaktan daha kolay. Temelde sanat denilen evrenin de çıkış noktası sınırlar olmadan varoluşla ilgili birtakım şeyleri anlatma ihtiyacımız olabilir. Hayata dair içimize dolan, gözümüze çarpan pek çok detayı anlama ve anlatma gayreti insan olmamızdan kaynaklanan bir güdü, bir ihtimal sadece kendimize yetemememizden dolayı. Yazınsal anlatım belki de bu gayreti karşı tarafa aktarmada kulağa en kolayı gibi gelse de yazı ile, anlatılmak istenen, özellikle duygulara hitap eden psikolojik çağrışımları, gösterme sanatı olarak sinemaya uyarlamak cesaret gerektiren bir çaba olsa gerek.
Bunun bir örneğini de Zeki Demirkubuz'un Kıskanmak (2009) filminde rahatça görebiliyoruz, çünkü film bittiğinde bizde bıraktığı öncelikli his eksiklik oluyor. Bunun asıl sebebi kitabın biçimsel özelliklerinden kaynaklanıyor olabilir. Çünkü kitaptaki olay örgüsü asıl anlatılmak istenen şey olmaktan çıkıp, neredeyse baş karakter Seniha’nın haset ve kıskançlık duygularını ve o duyguların gelişmesini destekleyecek bir kanıt olarak sunuluyor. Bunun yanında, mekan ve doğa tasvirlerinin yok denecek kadar az olması hayal etme görevini okuyucuya bırakıyor. Her ne kadar kitaptaki genel olay örgüsü başarılı bir şekilde verilse de asıl romana ismini veren “kıskanmak” teması neredeyse filme hiç geçememiş. Şüphesiz kitaptaki en vurucu kısımlardan biri Seniha’nın geçmişine, onu bugünkü ruh durumuna getiren kırılma noktalarından birine döndüğümüz yer. Seniha’nın annesi Mediha Hanım, oğlu Halit’ten bahsederken Seniha’yı kastederek “Ne olurdu, zavallı Seniha da sana benzeseydi!” cümlesini kuruyor. Seniha’nın ailesi tarafından duygusal ihtiyaçlarının ihmal edildiği bir çocukluk geçirdiği bu kısa anıyla bile kolayca anlaşılıyor. Bir çocuktaki benlik kavramı ebeveynlerinin ona karşı tutumlarıyla gelişir. Burada görülen, çocukluğunda annesi tarafından açıkça reddedilen ve sevgiden yoksun kalmış, duygusal açlık içinde olan bir Seniha. Kendisini hayatı boyunca güzel göremeyeceği için etrafındaki bütün güzelliklere de haset duyan, karşılaştığı her şeyde olumsuzluk arayan bir Seniha. Filmde bu anıya geri dönüşe yer verilmemesi Seniha’daki kıskançlığın şiddetini hissetmemize, annesiyle olan hesaplaşmasını neden Halit’le çözmeye çalıştığını anlamamıza engel oluyor.
İlave olarak, Nahid Sırrı Örik’in, bizzat kadınlık ve erkeklik kodlamalarıyla bir derdi olduğunu kitabında bu konuları sorgulamaya açışıyla anlıyoruz. Örneğin, filmin sonunda Halit’in hapishaneden çıkışını görüyoruz fakat Mükerrem’in vaziyetine dair bir bilgi verilmiyor ki eleştirilmesi gereken yerlerden biri de bu olabilir. Çünkü romanda Mükerrem’in de dilinden “kocasının kendi yüzünden katil olduğu bir kadın” şeklinde ifade edilen tabir aslında yazarın kendisinin de eleştirdiği kısım. Romanın sonunda Halit, bir erkek karakter olarak cinayet gibi kötülüğün belki de toplumdaki en üst karşılığı olan bir davranışa teşebbüs etmesine rağmen hapishaneden çıktığı zaman önceki hayatına kolaylıkla adapte olabiliyor. Para sıkıntısı veya damgalanmış olma kaygısı gütmemekle birlikte insanların ona olan saygısından bir şey de kaybetmiyor. Öte yandan Mükerrem, Halit’in yaptığı gibi birisinin canına kastetmemesine rağmen toplumda “eşini aldatan bir kadın” gibi görüldüğü için adeta femme fatale olarak damgalanıyor ve hayatını konsomatrislik yaparak sürdürmek zorunda kalıyor.
Nahid Sırrı, kötülüklerin yazarı olup bir anlatıcı olarak bize kötülüklerin ağırlıkta olduğu bir sahne tasvir etmekten geri durmuyor. Bunun yanında, bize kötülüğün açıklanabilir bir tarafı olduğunu gösterip yanlış olanın izaha muhtaç olması gerektiğini savunuyor. Gözlemci-gerçekçi bir yazar olarak yaşam, onun için iğrençlikler toplamı haline gelmiş. Romanın kötücüllüğü kitabın önsözünde Enis Batur’un da dediği gibi “baştan uca bir negatif-şahıslar galerisi” şeklinde tanımlanmıştır. Bu açıdan negatif olmakta çekinmeyen bir yazarın eserini yine aynı şekilde sinemayı kötülüğü dillendirmede bir araç olarak gören Zeki Demirkubuz’un beyazperdeye uyarlaması da insanı gülümsetip filmi izlemeye teşvik etmede yeterli bir detay.
Klasik sinema anlatısında, filmin açılış planı film dili için çok önemlidir. Yeni bir insanla tanıştığımızdaki ilk izlenim misali, film de açılışta bize kendine dair pek çok şey anlatır. Filmimiz balo sahnesiyle açılıyor. Zeki Demirkubuz makro düzeyde Cumhuriyet sonrası yeni düzenin sosyoekonomik ve moral düzenini, kapitalist ahlakın yeni Osmanlı toplumuna nasıl adapte olduğunu ustalıkla anlatmış. Öte yandan, mikro düzeyde karakterleri bize tanıtmakta biraz çiğ kalmış diyebiliriz. Nüzhet karakterinin kitaptaki aşırı tavırlarına çok denk gelmeyişimiz ve kitapta adeta bizi sarmalayan duygular, özellikle kıskançlık duygusu, filmde çok havada kalmış. Bütün bunların yanında filmin teknik kısmı neredeyse kusursuz. Film boyunca hemen hemen hiç müzik kullanımına şahit olmayışımız karakterler arasındaki gerilimi, fırtına öncesi sessizlikle zihnimizde bağdaştırmamızı sağlıyor. Filmin sinematografisi de kendine hayran bırakan cinsten. Kitapta bahsedilen Zonguldak’ın insanın içini sıkan, çoğu zaman yağmurlu ve soluk havası karakterlere de siniyor ve kıstırılmışlık ve kapalılık bizlere tatmin eden bir izleme deneyimi sunuyor.
Sonuç olarak, edebiyat ve sinema ilişkisinde karşı tarafa bir şeyler aktarmak, yazınla ilgili olandan görmeye dayalı bir anlatıma geçmenin yönetmen için meşakkatli bir serüven olduğu kuşku götürmeyen bir gerçek. Zeki Demirkubuz’un da Kıskanmak filmindeki çabası takdire şayan fakat filmin derinliği kitabı okumayan birinin bile gözüne çarpabiliyor.
Comments