Gizem Sert & Feyzullah Ünnü & Deniz Üğütgen
Emin Alper’in 75. Cannes Film Festivali’nin ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde dünya prömiyerini yapan Türkiye’de 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden ödüllerle dönen yeni filmi Kurak Günler, 9 Aralık’ta vizyona girdi. Filmin Cannes’da Queer Palm’a aday olmasıyla başlayan ve Altın Portakal’dan sonra da devam eden yandaş medya provokasyonları sonucunda Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün, filme verdiği finansal yapım desteğini senaryonun son hali teslim edildikten yirmi ay sonra yasal faiziyle birlikte geri istemiş olması, asılsız karalama kampanyalarının Türkiye’de özellikle bugünümüzün karanlık gerçekliğini izleyiciyle buluşturmayı amaç edinen sinemacıların ne kadar yoğun bir baskı ve sansür tehdidinin altında üretmeye çalışmaya mahkum ettiğinin göstergelerinden biri oldu.
Yaşadığı baskıların temelinde queer temalı bir film çekmiş olduğu söylemleri yatsa da yönetmenin queer bir anlatı kurmaktan ziyade, Türkiye’de özellikle son yıllarda daha da yaygınlaşan nefret suçlarının, linç kültürünün ve halkın üzerine ‘karabasan gibi’ çökmüş karanlığın bir dışa vurumu olarak ifade ettiği film, otoriter rejimin günah keçisi yapma araçlarından biri olan homofobi, küçük iktidar oyunları, yozlaşmış adalet sistemi, ahlak bekçiliği, iktidar destekli devlet mekanizmalarının beslendiği ırkçılık ve milliyetçilik, cinsiyetçilik, sınıfsallık gibi hayatın her alanında maruz veya seyirci kaldığımız ayrımcılıklara ve nefret suçlarına cüretkar bir yerden bizleri tekrar maruz bırakan bir politik gerilim inşa ediyor. Kuraklık sorunuyla boğuşan Yanıklar kasabasına atanan savcı Emre’nin kasabanın yerlileriyle olan çekişmesini, Türkiye’nin çözülemeyen sosyo-ekonomik sorunlarına ve devletten güç alan ırkçı, homofobik ve yobaz kesimine dair yaptığı vurgularla anlatıyor Kurak Günler. Ve bu haliyle, mücadeleci ve direnen bir ekiple yola çıkarak yıllar sonra şu anda içinde bulunduğumuz döneme dair bir söz söylemiş olma motivasyonunu taşıyor.
“Bunlar Yanıklar’ın büyümesini, gelişmesini istemiyor”
Yanıklar kasabasından yola çıkarak büyük şehirlerin yürüdüğümüz sokaklarının hikayesini, yaşadığımız mahallelerin, bindiğimiz otobüslerin, oturduğumuz evlerin hikayesini, kısaca Türkiye’nin hikayesini izliyoruz Kurak Günler’de. Peki Yanıklar nasıl bir Türkiye? Roman bir genç kadının defalarca kez tecavüze uğramasına ses çıkarmayan ve hatta bunun faili ve destekçisi olan, ama iki erkek arasındaki belirsiz yakınlığı iktidar savaşında bir koz atfederek saldırıya geçip tehdit ve şiddete sarılan bir Türkiye. İçinde bulunduğumuz bilinmezlik ve belirsizlik halinin yarattığı şaşkınlığı; kasabanın belediye başkanı Selim’in yolsuzluklarıyla ve kirli bir politika haline getirdiği homofobiyle boğuşan savcı Emre’nin üzerinden okuyabildiğimiz bir Türkiye. Kasabalının su ihtiyacının en ucuz yöntemle karşılanması için kurulan sistemin toprağın derinlerinde yarattığı çatlakların neden olduğu geniş obrukların hepimizin içinde kök saldığı bir Türkiye.
“Yadırganmayınca tehlike azalıyor mu?”
Annesiyle yaptığı kısa görüşmede tipik beyaz Türk bir ailenin oğlu olduğunu anladığımız savcı Emre’nin arabasıyla kasabaya girişiyle yine Türkiye bağımsız sinemasında ve Türk edebiyatında sıklıkla karşımıza çıkan kasabaya gelen memur alt türüyle karşılaşıyoruz. Bu Türkiye’nin entelektüel belleğinde yer etmiş ikililiği ve çatışmayı filmin başında itibaren izliyoruz. Savcı Emre kasabaya girdiği an domuz avcılığı, traktöre bağlanan koyun gibi alışık olmadığı geleneklerle tanışarak Yanıklar kasabasıyla yüzleşiyor ve kasabalıyla arasındaki çatışma bu şekilde başlıyor. Emre’nin gerek hakimeye belediye başkanının kendisini yemeğe davet ettiğini söylediğinde aldığı “Burası küçük yer Emre bey, böyle şeyler normal karşılanır” cevabı, gerekse muhalif gazeteci Murat’ın kendisine “Tehlikelidir burası, balçıktır dibi, çekiverir adamı aşağı” uyarısıyla başlıyor Savcı Emre’nin Yanıklar’ı tanıma macerası.
Savcı Emre’nin tanımaya başladığı Anadolu’nun orta yerinde yer alan Yanıklar’ın en büyük meselesi, su problemi nedeniyle yaşanan kuraklık. Halkın sabah uyandığında içecek su bulamadığı bu kasabada belediyenin çözüm fikri ise yeraltı sularını kullanmak. Yanıklar belediyesi, ülkemizde vatandaşını ekonomik krizin, enflasyonun ve acımasız sermayenin pençesine terk eden ve onları bastırarak bunun konuşulmasını engelleyen bir iktidarın yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Bu zihniyet ile kasabada var olan obruk tehlikesini daha da arttırma ihtimali olan bu planın, yönetimin kasabalıları arkasına kısa yoldan almak ve bu işten rant elde etmek maksadıyla olası tehlikeye rağmen uygulanmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu plana karşı duran bir önceki savcının tehdit edilerek ya da manipüle edilerek gönderilmiş olması, kasabaya yeni gelen avcı Emre’nin de benzer bir süreçten geçecek olma ihtimalini aklımıza getiriyor. Başta belediye başkanının iyi huy maskesiyle davanın karşı tarafında yer alan savcıyı kendi tarafına çekme çabası, Türkiye’nin mevcut yozlaşmış adalet sisteminin bir yansımasını ve işini bilen memurların kanunu arzuları ölçüsünde eğip bükmelerini bizlere gösteriyor. Ardından gazeteci Murat’ın belediyenin raporlarda yaptıkları yolsuzlukları savcıya iletmesi her ne kadar Emre, Murat’ın niyetinden tam olarak emin olamasa da Emre’nin yavaş yavaş mevcut duruma karşı bir tavır almasına sebep oluyor. Savcı Emre’nin Murat’la beraber belediyenin karşısında yer alan görüntüsü, yönetimin ve halkın yekpare bir öfke nesnesine dönüşmelerine neden oluyor. “Bunlar Yanıklar’ın gelişmesini istemiyor”la başlayan öfke cinsiyetçi ve homofobik noktalara da ulaşıyor. Yanıklar’ın bu gerici öfkesi Türkiye’de son yıllarda yaşadığımız, şiddete meyilli kolektif bilincinin düşmanlaştırma, ötekileştirme ve terörize etme politikasının bir minyatürünü bizlere sunuyor. Kurak Günler Yanıklar üzerinden ülkenin karanlık ve acı verici gerçeklerine beyazperde aracılığıyla bizleri tekrar maruz bırakıyor.
Emre’nin Şahin ve Murat arasında kime güveneceğini bilmez hali hem onun film boyunca yaşadığı hem de biz izleyenlerin film boyunca hissettiği bir ruh hali olarak karşımıza çıkıyor. Belediye başkanının evindeki rakı gecesinden başlayarak hem karakterlerde hem de hikayede boşluklar ve bilinmezlikler görüyoruz. O gece neler yaşandığını hatırlamayan savcı kendisinden şüphe ederken biz de savcıdan şüphe ediyor ve ona da güvenemiyoruz. Savcı yine bir tarafta Şahin’in “O gece ne yapıldıysa hep beraber yapıldı.” sözü bir tarafta da Murat’ın Emre’yi temize çıkaran sözleri arasında hangisine güveneceğini bilmez bir halde işini yapmaya çalışıyor. Yönetmen Emin Alper’in yerel yönetimin kötülüğüne karşı gri ve belirsiz bir karakter olarak savcıyı koyma isteği basit bir iyi-kötü çatışması ve savcı Emre’yle bir özdeşleşme imkanını bize sunmuyor ve bizi de bu bilinmezlik hali içerisinde gerilimi daha da şiddetli yaşamamıza imkan veriyor. Emin Alper’in son 6-7 yıldır Türkiye’de yaşadığımız çıkmazlık ve neyin gerçek neyin yalan olduğunu bilememekten kaynaklanan halet-i ruhiyeyi çıkış noktası alarak yazmaya başladığı Kurak Günler’de, savcı Emre ile ilgili bu belirsizlik filmin birçok noktasında da devam ediyor. Daha önce bahsettiğimiz obruk da, tecavüz vakası da, savcı Emre ile gazeteci Murat’ın ilişkileri de kasabanın ve filmin müphemlik havasını daha da güçlendiriyor. Bu bilinmezlik ortamında savcı Emre de tecrübesizliği ve fevriliğiyle kontrolü kaybederek keyfi gözaltılar ile kasaba yönetimine ve halkına kendi sonunu hazırlayabilecek bir açık savaş açması anlamına geliyor.
Film boyunca bir obruğun başında, ona doğru bakan, ondan korkan, onu anlamlandırmaya çalışan ama düşme tehlikesi olduğunu bile bile yine de geriye çekilemeyen bir hale bürünüyoruz. Kurak Günler toplumun her noktasından insana farklı farklı dokunuyor çünkü. Türkiye’de iktidarın, toplumdaki ekonomik ve siyasi çöküşün getirdiği öfkeyi farklı yöntemlerle farklı noktalara kanalize ettiğini ve son 10 yılda bunun oldukça yoğunlaştığını görüyoruz. Bu öfkeye en yoğun şekilde maruz kalan, toplumsal düzene baktığımızda da yeterince meşruiyeti bulunmayan kuir hareket oluyor. Murat’ın Emre’yi boynundan kavradığı gibi kavrıyor bu konuda film bizi. Murat’ın kuir kimliğini ve bunun Yanıklar köyünde nasıl karşılandığını açıkça görebiliyoruz. O, “Yanıklar’ın muhalif gazetecisi ve aynı zamanda da rakı alemlerinin gülü” olarak karşımıza çıkarken, içinde bulunduğu hükümetin kendisine verdiği yetkileri suistimal ettiğine de tanıklık ettiğimiz; genç, idealist bir hukukçu olarak gördüğümüz Emre’nin kimliği hakkında da bir o kadar bilgiden yoksunuz. Hatta filmin belli bir kırılma noktasına kadar o kadar güvenli bir uzaklıktan tanımaya çalışıyoruz ki karakteri, hakkında edinebildiğimiz bilgiler çok kısıtlı kalıyor. Şehirden gelen, eğitimli, önceden de bahsettiğimiz gibi idealist, ancak bu ideallerin sadece süregelen otoriteye hizmet ettiği ve Emre’yi aslında sadece hukuki süreçte bir “kukla” olarak gördüğümüz biri olarak kafasına kazıyor izleyici.
Ta ki filmin kırılma noktası olan o geceye kadar.
O geceye kadar idealist savcı personasından çok da çıkaramıyoruz Emre karakterini. İzleyicinin empati kurmasının zor olduğu bir karakter halindeyken aniden kırılma noktasına, yani bahsettiğimiz geceye atlıyoruz. içkinin etkisi ve loş ışıkla, masada erkek egemen toplumun ufak çaptaki canlandırılmasını görüyoruz. Aniden bu ortama bir kadın geliyor, gecenin gidişatını, filmin gidişatını anlamlandırmamızı ve en önemlisi de Emre’nin kişiliğinde birçok noktaya ulaşmamızı sağlıyor. Pekmez o gece tecavüze uğruyor, darp ediliyor ve Savcı Emre Bey, bu suçun karşısında ya bir aksiyon almıyor ya da o da bu suça ortak oluyor.
“Temelini halkın vicdanından almayan otorite meşruiyetini ve yetki gücünü kaybeder."
Şimdi biraz daha hem bu cümle hem de Emin Alper’in alegorik anlatımı üzerinden Emre’ye, vicdan kavramına, erkekliğe ve Türkiye toplumu işlenen kuir temsile odaklanalım. Emre, o geceden itibaren kendi yarattığı soyut otoriter gerçeklik ile savaşmaya başlıyor. “Temelini halkın vicdanından almayan bir otorite” kelimelerine dönüp baktığımızda görüyoruz ki buradaki alegorik anlatım şu şekilde yorumlanabiliyor: Her ne kadar Emre karakterini otoriter bir güç ve “aydın” bir birey olarak görsek de bu noktadan itibaren Emre’nin vicdan ve otoriteyi de kendi hukuki gücüyle yarattığı gerçekliği temsil etmeye başladığını söyleyebiliriz. Film boyunca Emre’nin bahsedilen suça ortak olmadığına dair özellikle “kendisini” inandırmaya çalıştığını görüyoruz. Çünkü eğer Emre kendisine olan inancını yitirirse, hele bir de işin içine vicdanı girerse, biliyor ki ne kendi otoritesi ne de üzerindeki rejimin dayattıkları bu noktada bir işe yarayabilir. Düzen bozulur, “..otorite, meşruiyetini ve yetki gücünü kaybeder.” Peki ya Kurak Günler üzerinden özellikle sansasyon yaratan, onun Queer Palm’a aday gösterilmesini sağlayan noktalar buradan nasıl işlenebilir, nasıl okunabilir diye de soruyor izleyici kendisine. Cevap…cevap açıkçası pek de net değil. Hem Görüntü Dergi ekibi olarak gittiğimiz Atlas Sineması’ndaki ön gösterimde hem de takipçisi olduğumuz diğer gösterimlerde yönetmenin ağzından “ben özellikle bunu işlemek istedim.” diye bir söz duymuyoruz da zaten. Ancak izleyici elindeki doneleri kullanıyor, filmde genel olarak gerilimin hep ivmeli bir şekilde arttığını biliyor ve karakterler özelinde de baktığında yoğun gerilimin yaşandığını gördüğü iki karakter arasında hemen bağ kurmaya başlıyor: Murat ve Emre. Murat, suçun işlendiği gece Emre’yi oradan alıp eve götürdüğünü, üzerini çıkardığını söylüyor Emre’ye. O sırada Emre’nin aklından geçenleri tahmin etmek çok da zor değil: Ya orada kalıp suça ortak oluyor ya izliyor ya da “rakı alemlerinin gülü” olarak görülen, kuir kimliğini açık bir şekilde film içerisinde okuyabildiğimiz Murat’ın evine gidiyor, ki her olasılık da filmdeki otorite kimliğinin sarsılmasına ve hatta yıkılmasına sebebiyet verecek türden. Savcı Bey bu noktada tam anlamıyla bir çıkmazda, hatta tabiri caizse bir obruk içerisinde buluyor kendini.
“Biz garibanız. Biz sustukça bize zulüm ettiler.”
Hikayede homofobi dışında ele alınan ayrımcılık ve nefret ögeleri de görmek mümkün. Pekmez’in tecavüz ve şiddete maruz kalarak yatırıldığı hastanenin önünde polislere sitem eden Roman bir adam üzerinden devlet eliyle düşmanlaştırılan ve kasaba halkı tarafından ezilen Roman halkını görüyoruz. Bilinen iki çocuğunun da muhtemelen tecavüz edildikten sonra dünyaya geldiğini bildiğimiz Pekmez karakteri, kimse tarafından korunmamış, hakkı savunulmamış bir genç kadın. Savcı Emre tüm garipsemelere rağmen bu durumu sorguluyor sorgulamasına ama kendisinin suçlu olma ihtimali olmadığı takdirde bir tecavüz vakasıyla bu kadar ilgilenebilir miydi, bir kadının hakkını savunur muydu sorusunu da düşürüyor aklımıza. Tüm belirsizlikleri ve çok katmanlılığıyla hikayede cevabını bulamadığımız sorulardan biri de bu oluyor. Öte yandan Emre’nin tüm bu sorgulama isteğine karşı hakime hanımın Pekmez’in aklına olan güveni sorguladığı ve failleri tutuksuz yargılamayı önerdiği bir durumla da karşı karşıyayız. Yönetmen Emin Alper’in, bu ataerkil ortamın içinde erkekleşmiş bir kadın olarak tanımladığı hakime Zeynep’in hem bu tavrıyla hem de savcı ile kasabalı arasında kurmaya çalıştığı orta yolcu tutumuyla konfor alanını kurduğunu ve koruduğunu görebiliyoruz. Yanıklar bu yönüyle de bize Türkiye’de faili koruyan erkek adalet sisteminin yansımasını sunuyor.
Kurak Günler giriş sekansıyla birlikte bizi bir yanıyla kaotik ve alışılmadık bir yanıyla da gerçekçi ve şiddetli bir dünyanın içerisine savcı Emre’yle beraber sokuyor. Savcının o kasabaya ilk girişiyle yaşadığı garipseme ve endişe hissini bağrışan erkekler, silah sesleri ve avlanan domuzun sürüklenişi eşliğinde biz de yaşıyoruz. Film ilk andan itibaren gerilim tonunu ve sarsıcı temposunu oldukça başarılı kurgusuyla kuruyor. Filmin politik-gerilim türünün tüm gerekliliklerini kusursuz bir şekilde yerine getiren kurgusu, Antalya Film Festivali ve Avrupa Film Akademisi başta olmak üzere birçok yerden En İyi Kurgu ödülüyle döndü. Filmin kurgucuları Eytan İpeker ve kayyum yönetimi tarafından ders vermesi engellenen okulumuzun eski hocalarından Özcan Vardar’ın çıkardığı iş, filmin Türkiye Sineması’nda politik-gerilimin tanımını yapar nitelikte. Film başarılı kurgusunun yanı sıra ses ve müzik kullanımı konusunda da oldukça dikkat çekiyor. Gerilim unsurunu ve sahnelerin çarpıcılığını oldukça güçlü müzikleri ve ses dizaynı ile arttıran Kurak Günler, bize çarpıcı bir ‘tür filmi’ sunuyor. Son olarak belki de filmin en güçlü noktalarından biri de sahip olduğu sinematografi kuşkusuz. İsminin de anlattığı gibi kurak ve geniş bir coğrafyada çekilen film, coğrafyanın hissettirdiği yalnızlığı ve ortada kalma hissini tüm gücüyle aktarıyor. Savcı Emre’nin bu ıssız, uçsuz bucaksız topraklardaki yolculuğu kasabadaki siyasi yalnızlığından bir kaçış olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca filmin son ve belki de en çarpıcı sahnesinde yapay ışık kullanmadan çekilen gece kovalama sahnesi filmin en cesur ve etkileyici sahnelerinden biri oluyor. Yanıklar halkının çirkin ve korkunç öfkesini tüm çıplaklığı ile ortaya koyan bu sahnede Emre’nin ve Murat’ın obruğun karşına geçişiyle biz de kendini bilmez gerici öfkenin pençesinden kurtulmak adına umudu içimizde hissediyoruz.
Bu final sahnesinde, Emre’nin kamuda av gösterimiyle tanıştığı kasabanın şiddeti, finalde Emre ve Murat’a yöneliyor. Kasabalının içinde belediyenin eliyle savcıya karşı örülmüş öfkenin pasif dışavurumlarını savcının arabasına attıkları boş su bidonuyla hissediyoruz. Halkın, seçimleri Selim’in kazanmasıyla her şeyi yapabilecek gücü kendinde bulduğu, gazeteyi yakıp yıkmalarından, savcının evini basmalarından ve taşlamalarından, Pekmez’in ifadesini değiştirmesinden görülüyor. Filmin son sahnesinde belediye başkanı ve çevresinden oluşan zorbaların Emre ve Murat’ı kovaladıkları anın gerilimini çok yoğun hissediyoruz. Yüzlerine uzun uzun bakarak yüzlerindeki nefreti ve çirkinliği görüyoruz ve en sonunda karakterlerimizin bir şekilde obruğun karşı tarafına geçmesi, filmin ilk sekansında tuttuğumuz nefesi bıraktığımız nokta oluyor. Kamerayla birlikte Emre ve Murat’ın arkasına geçen seyirci; insan eliyle yaratılmış büyük çukurun karşı tarafında, o çukurun yaratılmasının sorumlularına bakıyor. Obruklar ile Türkiye’nin siyasi durumu arasında kurabileceğimiz bağlantı, filmdeki tek alegorik anlatı olabilir. Obrukla başlayıp obrukla biten Kurak Günler hikayesi, içi oyulmuşluk, yozlaşmışlık hissinden kurtulamayacağımız hissiyatını veriyor. Yine de bu filmin, Emin Alper’in daha önceki filmlerinde yanına yaklaşmadığı bir doğrudan anlatımı ve nefretin, savaşın ve faşizmin yarattığı çukurlardan çıkacağımıza dair, tüm bu vahşetin sorumlularının uçurumun kenarında olmaya mahkum olduklarına dair umut iddia eden, etkileyici ve cesur bir finali mevcut. Bu finalle birlikte Emin Alper, Türkiye’nin son yıllarda daha da derinleşen sorunlarını açık, güçlü ve etkileyici bir biçimde ortaya koyuyor ve Yeni Türkiye Sinemasının en önemli politik eserlerinden birini bizlere sunuyor.
Comments