top of page
Yazarın fotoğrafıFeyzullah Ünnü

LA GRANDE ILLUSSION: SAVAŞ DÖNEMİNDE POLİTİK SORGULAMALAR



18 Ekim – 30 Aralık tarihleri arasında Sinematek Sinema Evi, dünya sinemasında önemli etki yaratmış Şiirsel Gerçekçilik türünün nadide eserlerini gösterime sunuyor. Jean Renoir, Jean Vigo, Marcel Carne ve Julien Duvivier gibi önemli yönetmenlerin birçok değerli filmini program içerisinde bulabilirsiniz. 1930’lu yıllarda Fransız sinemasını ardından da tüm dünyayı derinden etkileyen Şiirsel Gerçekçilik, adından da anlaşılacağı gibi bir yandan hayatın sosyal gerçeklerini ve bireysel problemleri konu edinirken diğer yandan da umut, sevgi, nostalji, acı ve keder gibi duyguları estetize ederek gerçekliğin perdede stilize bir yeniden yaratımını ortaya koyuyor. Bu türün en öne çıkan isimlerinden biri olan Jean Renoir, sessiz sinema döneminde başladığı yönetmenlik kariyerinde, 30’lu yıllarda iki sene arayla çıkarttığı ve türün en önemli filmlerinden olan La Grande Illussion (Harp Esirleri) ve La Regle de Jeu (Oyunun Kuralı) ile Fransız Sinemasını ve sinema tarihini derinden etkiledi. Bu yazıda ele alacağımız yönetmenin 1937 yapımı La Grande Illusion filmi; hapishaneden kaçış filmlerinin atası niteliğinde oluşu, savaş dönemini ve atmosferini savaşı göstermeden aktarması ve sahip olduğu politik ve kültürel içeriği ile hem yönetmenin hem türün hem de dünya sinemasının en değerli filmlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.


La Grande Illusion, Birinci Dünya Savaşı sırasında keşif yapan bir Fransız uçağının içinde iki subay ile beraber düşüşüyle açılıyor. Alman subayların zarif yemek davetinin ardından esir kampına yolcu edilen subaylar Boeldieu ve Marechal, önce yerleştirildikleri koğuştaki diğer Fransız esirlerle tanışıp arkadaşlık kuruyorlar, ardından da koğuştakilerin tünel kazıp hapishaneden kaçma planına ortak oluyorlar. Film olay örgüsü olarak farklı mekanlarda farklı kaçış planlarını gerçekleştirmeye çalışan esir askerleri takip etse de derinine baktığımızda bundan çok daha fazlasını ele alıyor. 2. Dünya Savaşı’nın arifesinde 1. Dünya Savaşı’ndan bir hikaye anlatan Jean Renoir, sınıf çatışması, savaşın politik anlamı ve ırkçılık gibi birçok meseleyi inceleyerek dönemin Avrupa’sının bir portresini çiziyor. Jean Gabin ve Erich von Stroheim gibi dönemin yıldız oyuncularını içinde barındıran film, anti-militarist tavrı ve politik içeriği nedeniyle 1940 yılında Nazi Propaganda Bakanı Goebbells tarafından Almanya’da ve 2. Dünya Savaşı sırasında işgal altındaki Fransa’da yasaklandı.



20. yüzyılın ilk yılları 19. Yüzyıla benzer şekilde Avrupa’da Fransız Devrimi ile ortaya çıkan aristokrasi, burjuva ve halk çatışmasının devam ettiği bir döneme tekabül ediyor. Bu mücadelenin son demlerinin yaşandığı bu dönemde geçen film, değişen dünyada aristokrat değerlerin geride kalışını karakterler üzerinden ele alıyor. Esir düşen iki subaydan biri olan yüzbaşı Boeldieu, aristokrat bir aileden gelen, yüksek kültür sahibi, eğitimli, elit ve aristokrat ahlakına sahipken diğer esir Teğmen Marechal ise Boeldieu’nun kültürüne, eğitimine ve ahlakına sahip olmayan daha pragmatist ve yüzeysel biri. Alacakları her karar da yapacakları her işte bu iki farklı geçmişe sahip karakterin ne kadar farklılaştığını ve dünyayı ne kadar farklı gördüklerini izliyoruz. Boeldieu ile sahip oldukları farklılığı bir sahnede “Tütünlerimiz, eldivenlerimiz hepsi bizi ayırıyor” diye özetleyen Marechal, aynı ülkeden aynı şehirden olmalarına rağmen farklı sınıflara ait iki askerin ne kadar da farklı dünya algılayışlarını olduğunu bize gösteriyor.


Boeldieu ve Marcehal’in ilk olarak uçaklarının düşmesinin ardından, Almanların nazik yemek davetinde tanıştıkları ve daha sonra esir kaldıkları kalenin yöneticisi olarak karşılarına çıkan Yüzbaşı von Rauffenstein filmde gördüğümüz bir diğer aristokrat. Savaşın karşı tarafındaki ülkeden olmasına rağmen von Rauffenstein da Boeldieu’ye benzer geçmişe ve birikime sahip bir asker. Von Rauffenstein bu ortak aristokrat kimliği sebebiyle film boyunca Boeldieu’ye herkesten ayrı bir hürmet ve imtiyazla yaklaşıyor. Boeldieu’ye karşı centilmen bir tutumun yanı sıra onu ofisinde misafir edip ikramda bulunup sohbet edecek kadar da sevgi besliyor Alman yüzbaşı. Bu iltimaslı tavrın akabinde yaşanan bir olayda gerçeği öğrenme adına Boeldie’den söz isteyen von Rauffenstein, sözü Fransız yüzbaşından istemesinin sebebini “Bir Boeldieu ile bir Marechal’in veya Rosenthal’in sözü bir olur mu?” diyerek açıklıyor. Bu sözü aristokratların, aristokrasiye ve aristokrat ahlakına atfettiği büyük değer ve güveni ortaya koyuyor. Ancak bu değer artık zamanı geçmiş bir anlayışın, zamanı geçmiş savunucuları olan Fransız ve Alman yüzbaşının son gayretinden başka bir şey değil. Boeldieu’nün de kabullendiği gibi aristokratlar 20. Yüzyıl Avrupası’nda mevsimi geçmiş bir çiçek kadar solmaya yakınlar.


La Grande Illussion’ın, sınıf çatışmasının yanı sıra konu edindiği bir diğer mesele de savaşın politik ve gündelik karşılığı. Birçok detayı bizlere sunan esir kampı sahnelerinde gözlemliyoruz ki, Alman subaylar devletin verdiği lahana ile doğru düzgün beslenemezken esir Fransızlar ailelerinden gelen erzaklarla kampta ziyafet verebilecek bir yaşam sürüyorlar. Bu garip ve komik zıtlık siyasilerin söylevlerinin, büyük laflarının savaş gerçeği içerisindeki insanların yaşamlarında pek bir şey ifade etmediğini gösteriyor. Filmin de ismini aldığı sahnede, bu savaşın tüm savaşları bitirebileceğine dair bir sohbete “That’s all illusion” diyerek ekleme yapan Rosenthal, savaşın gerçekleri ile siyasetçilerin gerçekleri arasındaki uçurumu bizlere gösteriyor. Büyük anlatılara baktığınızda tarih savaşlar ve zaferler tarihi gibi yazılsa da filmdeki Alman çiftçi kadın Elsa için Almanya’nın Fransa karşısında elde ettiği zaferler, kocası ve üç kardeşinin ölümünün yanında hiçbir anlam ifade etmiyor.



Filmde diğer iki problem kadar merkezi olmasa da 20. yüzyıl Avrupası’nda ırkçılık ve ayrımcılık meselesini görüyoruz. Daha önce bahsettiğimiz sınıf çatışması meselesinin uzantısı olarak özellikle aristokrat kesiminin halkı üstten gören ve onları cahil, görgüsüz ve ahlaksız insanlar olarak algılayışını izlemekteyiz. Aristokratlarda bulunan sosyal kapitalin eksikliğini yaşayan avam kesimin, üst rütbeliler tarafından barbar ve kaba olarak değerlendirilmesi, kültürel farklılıkların günlük yaşam pratiklerinde ayrıştırıcı unsur oluşunun örneği olarak karşımızda. Bununla beraber antisemitizm dalgasının tüm şiddeti ile estiği bir dönemde Renoir, klişelerle oynar şekilde zengin, varlıklı ve Yahudi asker Rosenthal karakterini cömert ve dost canlısı olarak yaratması adeta antisemitizm propagandasıyla bireysel mücadelesi niteliğinde. Rosenthal her ne kadar film boyunca derinleşip gelişen bir karakter olmasa da dönemin ırkçı ve kaba klişelerini bozuşuyla önemli bir değer taşıyor. La Grande Illussion’un ırkçılığa ve ayrımcılığa değindiği bir diğer nokta da siyahi Fransız subay. Pek ekran süresi almasa da siyahi subayın asker arkadaşları tarafından ciddi alınmayışı ve dışlanışı dönemin Avrupa’sında siyahi bireylere bakışının bir örneğini görüyoruz.


Şiirsel Gerçekçiliğin en önemli filmlerinden biri olan La Grande Illusion her sinemasever için muazzam bir keyif ve deneyim. Film bizlere, türün kendine has tarzının yanı sıra dönemin politik ve kültürel atmosferini anlama şansını da sunuyor. Jean Renoir bu harika filminde dönüşen Avrupa toplumunun ruhunu yakalıyor. Sınıf kavramlarının, savaşın ve ırkçılığın değişen anlamlarını ve hallerini ortaya koyuyor. Sonuç olarak sinema tarihinin en değerli filmlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Birçok yönüyle zengin ve kıymetli La Grande Illusion’u gösterimler bitmeden Sinematek’te izleyebilirsiniz.






KAYNAKÇA:



182 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page