Sislerin arasında kaybolmuş, ertesi gün güneşin doğacağına dair umudu kalmamış bir liman kasabası yahut savaş yıllarında dünya… Savaştan ve geçmişinden kaçan, hayattan beklediği tek bir şey bile kalmamış bir adam… Ve bir anda aşk, umudun içeri süzülmesine izin verecek kadar aralar rıhtımın sisini…
Sisler Rıhtımı, en büyük suçu işleyen, görevini terk eden bir asker kaçağının hikayesi iken bu “kaçış” süresince anlattığı küçük hikayelerle çok daha büyük sorunlara işaret ediyor aslında. Her biri hayatın biraz daha kıyısına sürüklenmiş, kimi düşmekte olan karakterlerle ilmek ilmek örüyor dünyanın depresyonunu. Savaş, bunalım ve kimliksizlikle başlayan anlatı aşka, duygulara ve varoluşa dair konuşurken küçük bir kasabada yaşanan tuhaf olaylarla sınıfsal ve kriminal eksenlere de kayıyor. Gerginliğin durmadan tırmandığı filmde insanın kendine sorduğu sorular da, hissedilen duygular da sürekli değişiyor.
Pierre Mac Orlan’ın 1927 yılında yazdığı romandan uyarlanan Sisler Rıhtımı 1938 yılında Jacques Prevert tarafından senaryolaştırılıp şiirsel gerçekçilik akımının kurucularından sayılan Marcel Carne tarafından çekilmiştir. Birinci Dünya Savaşı ardından yaşanan bunalım dönemini ve savaş yıllarını anlatan romanın beyaz perdeye yansıması da bir başka savaşla sekteye uğrayacaktır. İki dünya savaşı arasındaki dönem ve gittikçe artan gerilim, senaryolaştırılan metne bambaşka anlamlar yükler. Ve Marcel Carne’nin çektiği film 1938 yılında gösterime girdikten sonra 1939 yılında başlayan savaşla beraber sansürlenir. Film ancak 1941 yılında tekrar seyirci karşısına çıkabilir.
Yasaklanma ve sansüre uğrama sebebi “gençler için ahlaksız, depresif ve can sıkıcı” olarak görülmesidir, ancak içinde bulunulan dönemin ne denli ahlaksız, depresif ve can sıkıcı olduğu düşünüldüğünde bu, bir bahaneden başka bir şey olarak görülemez. Savaş dönemlerinde, özellikle de medya kullanımının ve sinema üstünden yapılan propagandaların çok daha fazla yaygınlaştığı İkinci Dünya Savaşı yıllarında bu tarz asılsız sansürlemeler oldukça yaygındır. Yaşananın gözler önüne serilmesinden, gerçeklerin dile getirilmesinde rahatsızlık duyan hükümetler ve zihniyetlerin uyguladığı sansür ve yasaklar onlara gerçeği diledikleri gibi eğip bükmeleri için imkan sağlar. Sisler Rıhtımı, “gerçek” olmayanı göstermeyişi ve hayatı tüm kötülüğüyle ortaya sermesiyle her şeyin yolunda olduğuna dair algıya zarar verir ve dönemin hükümeti tarafından bir sansürle taçlandırılır.
Geçmişten Kaçmak, ama nereye kadar…
Film başlar başlamaz savaş karşıtı duruşunu belli ediyor aslında. Bir asker kaçağı olan karakterimiz, Jean, sırf bir köpeği ezmemek için ölümcül bir hamle yapınca otostopla bindiği kamyonetten atılıyor. Bu tutumuyla fazla merhametli görünse de ölümle arasındaki mesafenin çok da uzak olmadığı, sergilediği ufak savaş tiyatrosundan bellidir. Öldürmeyi de bilir ve hayatı pahasına kaçmaktadır onu öldürmek zorunda bırakan savaştan.
Onun korku, acı ve delilikle dolu gözlerine odaklanan kamera, bize sanki geçmişi vaadeder. Film şimdi, bu genç adamın neden kaçtığını, nereden kaçtığını ve gözlerindeki bu iç ürperten bakışa sebep olanları gösterecek gibidir. Ancak bir an olsun geçmişe çevrilmez kamera, ileri atılan adımlardan başkasını görmeyiz. Dönülmek ya da hatırlanmak istenmeyen bir geçmiş vardır. Bir orman yangını gibi takip eder, yaklaşmaktadır. Jean devamlı kaçmak ve elinden geldiğince uzaklaşmak zorundadır. İlerleyen sahnelerde yolları Venezuela’ya gidecek bir yük gemisiyle kesişir. Kaçaklıktan ve kimliksizlikten kurtuluşu belki de böylesi bilinmeyen bir ülkenin kıyılarında bekliyordur onu.
Hayatını kurtardığı köpeği de peşine takıp yakınlardaki bir liman kasabasının yolunu tutar. Brumes küçük, sevimli bir kasabadır ancak savaş yıllarında hırpalanmış, yoksullaşmış ve hırsla dolmuştur. Jean mutluluk hayal etmez, ulaşmak istediği tek şey kurtuluştur. Birkaç parça sivil kıyafete bir de kimliğe ihtiyaç duyar yakalanmamak için. Bunları bulmak ve geceyi geçirmek için girdiği pansiyonda ise kaderini ve yolunu değiştirecek insanlarla karşılaşır. Dehşet içinde ve oldukça karamsar bir karakterdir Jean, ilk bakışta pansiyondakilere ısınamaz. Bu karanlık, acımasız ve pislikle dolu dünyada insandan her şey beklenir, beklenmedik tek şey ise aşktır. Umut dolu ve değişime sürükleyen aşk.
Aşık Olmak, güneşin bir anlık göz kırpışı sisin arkasından
Filmin bir diğer kaçağı da Nelly’dir. Yağmurlu bir gecede pansiyona atar kendini. Açtığı bu kapının, acı ve tedirginlikle doyu hayatından aşka açıldığından habersizdir. Bu genç kızın yaşına uymayan bir olgunlukla taşımaktadır omzundaki yükü, gözündeki melankoliyi. Ne kadar güçlü bir karakter olduğunu çok geçmeden anlarız ve kalın duvarlarını görürüz. Jean ile karşılaşır karşılaşmaz inatlaşır ve didişmeye başlarlar. Ve aşk bu fırtınalı gecede bir yıldırım gibi düşer aralarına. Jean, ilk görüşte aşk, diye yorumlar bunu; Nelly, bir erkeğe tekrar güvenmeyecek kadar acı çekmiştir. Pencereden bakarken dalıp giden karakterlerin ağzından şiirvari sözler dökülür sık sık, ancak bunlar film dili içinde eğreti durmaktan çok uzaktır. Sanki tam da söylenmesi gerekeni söylerler her seferinde. Eros’un oklarından, ağaçlara kazınan isimlerden bahseder Jean karamsarlığından sıyrılıp. Ancak umutsuzluk, filmdeki en genç karakter olan Nelly’nin bile ruhuna sinmiştir:
“Güneş her doğduğunda yeni bir şeyler olacak sanırız, güzel bir şeyler. Sonra güneş batar, biz de batarız. Ne üzücü…”
Nelly’nin hikayeye dahil oluşuyla sanki güneş doğar Jean için, hayat anlam kazanır. Böylelikle ilk görüşte aşkı izleyiciye de hissettirir film. Nelly yavaş yavaş gardını indirdikçe aralarındaki gerilim muhteşem bir sevgiye dönüşür. İkisi de dünyanın karanlığından birbirlerinde kaçmışlardır.
Ancak sürüp giden savaşlar arasında aşk yalnızca soluklanacak bir alandır. Jean hala kaçmak zorunda, Nelly de kaybolan eski sevgilisinin katilini aramaktadır. Bu sırada aralarına girmeye çalışan erkekler, filmde kötülüğün bir başka tasviridir. Beraber mücadele etmek, onları sandıklarından daha fazla yakınlaştırır ancak aklında kaçmak fikri olan biri için işkence gibidir içine düştüğü ikilem.
Umutsuzluğa Yenilmek, derin sularında hayatın
Pansiyona girdiğinde Jean’ı şiir gibi sözleri, hayat üstüne nutuklarıyla en çok sinir eden karakterdir ressam. Filmin genelinde süren şiirsel atmosfere bile fazla gelen, üstenci bir tavrı vardır. Jean’ın derdi ekmek ve kalacak bir yerken varoluşun büyük dertleriyle uğraşan bu adam fazlasıyla can sıkıcıdır.
Filmin söylemek istediği pek çok şeyi aslında onun ağzından duyarız. Acı çeken ve acısını saklamayan bir karakterdir ressam, bütün sözlerinden katran gibi sızar yüreğimize ve ağır gelir can acısı. İlk görüşte pek sempatik gelmese de sahneler akıp gittikçe filmin en duygusal, en can yakan sahnelerinin aktörü oluverir. Savaş yıllarında madalyonun diğer yüzünü görürüz onda. Kurtarmaya çalıştığı şey canı değildir ya da karnını doyurmak için mücadele etmez. Hayatın kendisiyledir derdi ve sürekli “neden” diye yiyip bitirenlerdendir kendini. Varoluşun anlamsızlığına, hiçliğin boşluğuna düşmüştür ve Jean gibi o da kaçmaktadır aslında. Filmdeki her karakter bir şeyden kaçar, umutsuzdur söylemleri yine de bırakıp gitmeye gücü yetmez çoğunun. İyi günlerin varlığına dair inançtan yoksundurlar, kötülüğü bir rutin olarak kabul eder ve kötülük içinde yaşarlar devamlı. Ressamsa bir gece, sahip olduğu her şeyi bu yabancı, kimliksiz kaçağa bırakarak pansiyonu terk eder.
“Deniz dalgalı, hava da sisli… ve ben pek iyi bilmiyorum yüzmeyi. Bu işi uzatmamak için harika bir fırsatım var.”
Kendi kimliğinden kaçan ressamın hikayesi bu noktadan sonra Jean’ın hikayesine örülür. Filmin benlik üstünden okumaya çok açık olan bu kısımları, çok kısa süreyle görsek de ressamı unutulmayacak bir karaktere dönüştürür. Yüreğimize oturan koskoca bir taşla kalakalırız.
Jean ile Nelly arasındaki aşk gittikçe büyürken, kasabadaki gizemli olaylar bir bir açığa çıkmaktadır. İlerleyen her sahne yeni belalar getirir, daha da zora koşar karakterleri. Jean kaçmaya dair kararlılığını yitirmiş kalmak ve gitmek arasında bocalayan bir hale gelmiştir. Filmde her şey, daima daha kötüye gider.
Nelly’ye son seslenişi şöyle olur:
“Teşekkür ederim sana, bana hayatımda bir kez olsun mutluluğu yaşattın.”
Sinemada şiirsel gerçekçilik, metni aniden fazlasıyla güçlü bir anlatıya dönüştürür. Yalnızca kelimeler değildir bu sefer duyguları anlatan, görüntü ve sesin de dahil olmasıyla duygu aktarımı bambaşka bir boyuta ulaşır. Özellikle çekildiği dönem dolayısıyla diyaloglar üstünden ilerleyen bir film olsa da şiir türünün bir özelliği olarak susmaları da beraberinde taşır. Görüntüyle kurulan metaforlar da bol bol karşımıza çıkar Sisler Rıhtımı’nda. Umutsuzluğun karşılığı, sisin içinde ilerleyen ve usulca kaybolan karakterlerdir. Konuşmadan söyler bunları bize. Şiir birden elle tutulur, gözle görülür bir şey olur. Bazı soruların cevabı uzun sessizliklerdir yahut birkaç saniyelik bir bakıştır sevilen kadına. Sisler Rıhtımı, şiiri, şiirselliği hareketlerle iletme konusunda oldukça başarılı. Kamera hareketleriyle, oyunculukla, ışıkla, ses ve müzikle yazılmış bir şiir gibi akıp geçiyor perdeden. Siyah beyaz görüntünün büyüsü ve şiirsel melankolinin ağırlığını buram buram hissediyor izleyen.
Sisler Rıhtımı’nde hava asla aydınlanmıyor, izleyici sisler ve düşünceler içinde kayboluyor karakterler gibi. Yine de hızlı olmayan temposu, peşinden koşmak zorunda bırakmıyor insanı. Hem görülenleri sindirmeye zaman bırakıyor hem de akla getirdiği bütün soruları düşünmeye fırsat veriyor.
Коментари