Little Girl Blue, annesini bir intihar sonucu kaybeden Mona’nın annesinin hayatını bir metot oyuncusuyla yeniden canlandırmasını ve hayatında büyük yeri olan kişi ve anılara tekrar giderek o anıları için kendi için “iyileştirip” ve annesiyle barışmasını konu alıyor.
Yönetmen Mona Achache, annesini anlatmaya onun kıyafetleri ve takılarını takan bir metot oyunucusu Marion Cotillard ile başlıyor. Filmde, hayatı boyunca yokluğunu hissettiği annesiyle yüzleştiği ve annesinin anılarını yeniden canlandırıp inşa ettiği bir süreci izliyoruz. Film tetikleyici pek çok anıyı hiç beklemeden üzerinize boca ediyor. Hem kolektif bir kadın olma tecrübesini ve hissedilen acıyı hem de bir kuşağın politik öfkesini ve yersiz yurtsuzluğunu anlatıyor. Dönem Fransa’sında entelektüel çevre içerisinde yer alan genç bir yazar kadının kendine hayatına anlam yükleme çabasına yakından bakıyor. Film, anne Carole Achache’in yaşam öyküsünü onun hayatına dokunmuş önemli olay ve karakterler üzerinden anlatıyor. En başta gördüğümüz fotoğraflarda daha kendinden emin bir kadın portresi çizilirken sahneler ilerledikçe tökezlediği, kayıplar ve ödünler verdiği anları, maruz kaldığı manipülasyonları ve aldığı zor kararları izliyoruz.
Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir
Aşk ve devrim Carole’ın hayatını etkileyen iki büyük şey. Genç yaşta peşine takılıp geldiği sevgilisi ile Amerika’da, Fransa’da olduğundan çok daha farklı ve çok daha zor koşullarda bir hayatı sürdürmeye çalışıyor. Amerika’ya ayak bastığında ve uyuşturucuların etkisi geçtiğinde onu bekleyen toz pembe bir gerçekliğin olmadığını, en büyük devrimin kendi bedeniyle ve kadın oluşuyla arasındaki bağı çözüşü ile yaşanacağını anlıyor. Kolektif bir dünyadan bireysel bir dünyaya geçiş yapıyor. Bu dünyada en büyük sorgusu bir kadın olarak kendi bedenine olan bakışında oluyor. Bir boşluğu doldurmak olarak gördüğü cinsellik, ya da özgürlük olarak tanımladığı seks bir süre sonra seks işçiliği yapmasıyla beraber kendinden iğrendiği ve özgürlüğünü yitirdiği bir yer olarak tanımladığı bir şeye dönüşüyor. İki dünyada da beklediğini bulamıyor. Erkeklerin entelektüel dünyasında kendine istediği alanı açamıyor, yazdıkları değerli bulunmuyor, bir topluluğun parçası olmak, devrimin bir parçası olmak istiyor ancak istediğini Fransa’da bulamıyor. Her şeyi ardında bırakıp geldiği Amerika’daysa onu bekleyen kocaman bir yalnızlık ve kimsesizlik duygusu oluyor. Beraber seyahat ettiği insanın en başından beri kendisini, sadece kendi istekleri doğrultusunda yanında tuttuğunu, onun bedenini ve arzularını umursamadığını anlıyor.
Mona’nınsa annesini sadece anne olarak görmekten uzakta tanıdığı, sevdiği ve anlamak istediği bir insan, bir canlı olarak görüşü çok çarpıcı. Ona ait olan nesnelerle kurduğu bağ, alışkanlıklarını tarif ederken kullandığı kelimeler başta öfke dolu. Çay içerken çıkardığı gürültüden, askıda duran paltoya varana kadar orada duran ve varlığıyla odadakilere rahatsızlık veren, nefes almalarını engelleyen biri gibi annesi. Sanki onun hayaletini defetmek nefes alıp vermesini kolaylaştıracak ve kendi hayatına geri dönmesini sağlayacak gibi. Başta gördüğümüz öfke -kimi zaman oyuncuya bile yansıyan, durmasına ve dinlenmesine dahi tahammül edemeyen bu öfke- sahneler ilerledikçe, annesinin hayatından daha çok anı izledikçe ve mektuplarını, düşünce dünyasını irdelikçe biraz daha artıyor. “Neden yanımda olmadın?” sorusunu sorduğu ve yüzleştikleri sahneden sonra ise bu öfkenin azaldığını ve hayatının farklı dönemlerinde annesinin ona duyduğu şefkati ve sevgiyi anımsamasını görüyoruz. Yanlışlıkla gözünü alkolle yaktıktan sonra, çektiği acıyı anlamak için kendi gözüne de alkol damlattığı sahne bu şefkat anlarından biri. Bebek Mona’nın çektiği acıyı deneyimlemek, onun acısını kendi bedenine aktarmak ve onu anlamak istiyor. Aralarındaki bağ acı aktarımı üzerine, birbirlerini bu acı ile tanımlayıp birbirlerine bu acı ile bağlanıyorlar.
Her Yerden Çok Uzakta Bir Buluşma
Öte yandan Carole acı çeken bir beden ibaret değil, bir yazar olarak anılmak ve böyle hatırlanmak istiyor, tıpkı kendi annesi gibi. Günün sonunda bu çağrısına kendi kızı kulak veriyor, çektiği acıyı görüyor annesinin ellerinden tutuyor ve bir zamanlar canlı olan o bedeni tekrardan en canlı olduğu haliyle geri getiriyor. Acınacak bir portre gibi değil, dinç bir bedene sahip, isteklerinin peşinden koşan, aşkın peşinde genç bir kadın olarak tanıyoruz Carole’ı. Bir ulusun mirasını devralmak, kadın olma mirasını devralmak, yazar olmak, anne olmak, sevgili olmak gibi tüm bu sıfatları içerisinde maviliklere bürünmüşbir genç kız olarak, salt kendisi olarak can veriyor Carole’a Mona.
Finalde onu doğuran, ona hayat veren annesiyle bir sahil kenarında, her şeyden çok uzakta görüyoruz Mona’yı. Tüm o kargaşadan annesini kurtarmış, sakin bir köşe bulmuş ve orada usulca oturuyor. Yanına çöküyor, çıplak omuzlarına bir örtü örtüyor ve vaktinde onu dünyadan koruyamayan annesinin savunmasız bedenini örtüp sarılarak aslında kendisini örttüğünü, koruduğu bedenin kendi bedeni olduğunu ve ancak annesini affederek özgürleşebileceğini anlıyor. Annesini affediyor.
Mavilikler içerisindeki genç kadını alıp hak ettiği maviliğe, sonsuzluğa, denize uğurluyor. Yüzündeki ifadeyi görmüyoruz, ne hissettiğini bilmiyoruz. Bir silüet olarak arkası dönük halde görüyoruz, tek bildiğimiz bu sefer yalnız olmadığı bu sefer ona el uzatan birinin olduğu, jenerasyonlar arasındaki travma bağının yeniden inşa edilebildiği, lanetin kırılabildiği ve kadın olma deneyiminin bazen kendi kızından da öğrenilebileceği.
Bize hayat veren, pek çok şey borçlu olduğumuz kadınlar var. Bu kadınların hayat hikayelerinde de kocaman delikler ve yaralar var. Kadınlık tam da filmde anlatıldığı gibi kolektif ve öğrenilen bir şey, anneden kıza, bir kadından diğerine aktarılan bir deneyim. Kadın olmayı, insan olmayı, sanatçı olmayı bir başka kadından öğreniyoruz. Onlardan el alıyoruz. Nasıl kadın olunacağını da bu deneyimlerden öğreniyoruz. Bu yüzden kolektif acılar ve travmalar gerçek. Annelerimizin, bizi büyüten düşünürlerin, kocaman bir kuşağın ve bir milletin anıları ve acıları gerçek. Onlara yüzleşmeden, bir sahil kenarında üşüyen omuzlarına kendi omzumuzdaki bir hırkayı atmadan bizim de bütün olmamız, iyi olmamız, yaralarımızı sarmamız mümkün değil.
Bu yazı sahil kenarında ihtiyaç duyduğum anlarda daima orada olan, büyürken şefkatini omzumda hissettiğim ve beni sarıp sarmalayan, kadın olmanın anlamını onlardan öğrendiğim tüm kadınlara ithaf edilmiştir. Birbirimize her yeni gün doğumunda hayat veriyoruz, bazen sadece göz bebeklerimizin içindeki gülüşle bile. Sizi görüyorum, ellerinizden tutuyorum ve birbirimize öğrettiğimiz her şey için teşekkür ediyorum.
Comments