top of page
  • Eda Topkaya

Melancholia ve Ölüme Özlem



Hayatın absürtlüğünün, varoluşun acizliğinin nazikçe kabul edilmesi gerçeğinin bilinmesinin verdiği teslimiyet halidir melankoli. Yönetmen Lars von Trier bizi rasyonelliğe sıkı sıkıya bağlanmış bir toplumun, dünyanın sonuna verdiği tepkiyi ve sürekli bastırılmaya çalışılan varoluş sancısının açığa çıkmasının ne derece yıkıcı olduğunu anlatıyor. Bunu yaparken bizi derin bir psikanalitik gözlemi ve görsel şöleni bünyesinde barındıran bir filme davet ediyor.


2011 yapımlı Melancholia filmi sırasıyla Justine ve Claire başlıklı, karakterlerin isimlerini taşıyan iki kısımdan oluşuyor. Filmin ilk kısmı diğer karakterlerden bariz bir şekilde ayrılacak olan Justine’in, ablası Claire ve kocası tarafından masrafları karşılanan oldukça pahalı bir şatoda gerçekleşen düğününden oluşuyor. Justine ve evleneceği kişi araçlarının patika yoldan geçememesinden dolayı yürüyerek gelmeleri sebebiyle geç kalıyorlar. Otoriter abla Claire tarafından bu durum haliyle hoş karşılanmıyor. Düğün için içeriye geçilmek üzereyken Justine’in gözüne gökyüzündeki kırmızı bir cisim takılıyor ve Justine adeta bu cismin hayatlarını ne ölçüde değiştireceğinden o an haberi varmışçasına ona uzun süre bakakalıyor. Bu anın,  Justine için aydınlanma/epifanik bir an olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu kırmızı gök cismi filmin ilerleyen sahnelerinde göreceğimiz ve bazı karakterlerin kırılma noktalarına ulaşmalarını büyük ölçüde tetikleyecek gezegen Melancholia’nın ta kendisidir.



İlk etapta her şeyin güzel ilerlediği düğünde, sıra gelin ve damat için yapılacak konuşmaya gelince Justine ve Claire’in annelerinin yaptığı konuşma, düğünün seyrini geri döndürülemeyecek biçimde değiştiriyor. Annelerinin evlilik dahil hiçbir şeye inanmadığını ısrarla söylemesi ve her şey sona erene kadar keyfini sürün demesinin ardından Justine için işler değişmeye başlıyor. Justine’in bu andan itibaren toplumdan yavaşça uzaklaştığını ve ağır bir melankoli haline girdiğini söyleyebiliriz. Kendi düğününden her fırsatta ayrılmak istemesi, her seferinde hava almak için düğünden kaçması, pasta kesileceği sırada kendini tuvalete kilitlemesi, kendi yeğenini uyutmak için kendi düğününden ayrılarak gitmesi ve  orada onunla birlikte uyuyakalmasından da anlaşılıyor ki Justine, kendini düğününe hiçbir şekilde ait hissetmiyor, kendisi dışında herkesin birtakım rolleri yerine getirdiği düğünde o en basitinden yemek yeme rolünü bile yerine getiremeyecek kadar kendini soyutlanmış hissediyor. Her fırsatta kalabalıktan uzak kalmak için fırsat kovalıyor. Düğününe gelen patronunun ukala davranışlarına karşı ondan ve şirketinden nefret ettiğini açıkça söylüyor. Evlenmekte olduğu adamı yabancının biriyle düğün günü aldatıyor. Adeta kendi sonunu getirmekten sinsice bir haz duyuyor. Kalabalıktan, evlenmekte olduğu adamdan, kendinden, işinden, yavaşça uzaklaşıyor. Filmin ilk sahnelerinde gösterilen, Justine’in ayaklarının topraktan çıkan kökler tarafından toprağa doğru geri çekilmesine karşın onun ıssız ve karanlık ormana doğru koşmaya çalışması metaforundan da anlaşılacağı üzere Justine “bilinçli” ve akılcı toplum tarafından sıkı bir şekilde engellenmesine rağmen artık kendi “bilinçdışı” zihninin psişik dünyasının kapılarını aralıyor. Buna karşılık Justine’in Claire’e içini açmasına, iyi hissetmediğini söylemesine karşılık, Claire’in bunu duymayı şiddetle reddederek onu mutlu olmaması için bir sebep olmadığı yönünde inandırmaya çabaladığı diyalogları görüyoruz. Düğün gibi en mutlu olunması kabul görmüş bir anda toplum tarafından makul sayılamayacak sebepler yüzünden mutsuz olunması, rasyonel ve nedensellik ilkelerine sıkı sıkıya sarılmış tinsellikten uzak modern toplum tarafından hoş karşılanmıyor ve hatta bencillik ve ukalalıkla suçlanıyor.



Filmin Claire adlı 2. kısmı, dünyaya çarpması muhtemel “Melancholia” adlı gezegeni konu alıyor. Claire, eşi John ve oğlu Leo ile oldukça mükemmeliyetçi, şatafatlı, burjuvazi bir hayat yaşamaktadır. Justine düğününden sonraki ağır melankolik hali sebebiyle ablasının ısrarıyla onlarda kalmakta ve günlerinin çoğunu uyuyarak geçirmektedir. Bu sırada dünyaya çarpmakta olan gezegen Melancholia hakkında birtakım haberler çıkıyor. Claire’in kocası John kesinlikle bunun gerçekleşmeyeceği konusunda ısrar ediyor. Claire, gezegen Melancholia’nın kontrolü dışında hayatına girmesi karşısında kendini ağır bir varoluşsal krizin eşiğinde buluyor ve ölmekten feci bir kaygı duyuyor. (Burada korku kelimesi yerine kaygı özellikle yazılmıştır çünkü kaygı, bizzat varoluşsal bir histir. Trafik kazasında ölmekten korku duyulurken, insanın bizzat ölümlü olmasının yarattığı endişe hali kaygıdır). Buna karşılık ağır melankoliye sahip Justine ablasının tersine dünyaya çarpmakta olan gezegen Melancholia’ya karşı çok sakin davranıyor ve hatta bu onda cezbedici hisler uyandırıyor. Gezegen Melancholia’dan önce yemek yemek, banyo yapmak, sohbet etmek gibi gündelik işler yapamayacak kadar ağır melankoli altında olan Justine, dünyanın sonunun geldiğini öğrendikten sonra normale dönmeye başlıyor. Gezegen Melancholia’nın, Justine’in ölüme karşı duyduğu bastırılmış bilinçdışı bir özlem duygusunu açığa çıkarmakta olduğunu söyleyebiliriz. (Bir nevi Freud’un psikanaliz kuramında ele aldığı ölüm dürtüsü, yok olma arzusu olarak bilinen Thanatos, yaşam enerjisi olarak bilinen Eros’a baskın geliyor.) Justine’in gezegen Melancholia’dan önce günlerinin çoğunu uyuyarak geçirmesinin nedenininse, uykuda ölümde olduğu gibi bilincinin aktif olarak çalışmıyor olmasını ve uykunun bilinçdışı zihninin kendini özgürce gösterdiği nadir anlardan biri olmasından kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Justine bu bilinçsizlik haline başka bir deyişle ölüme özlem halindedir ve uykunun ölüme bir hazırlık olduğunu düşünmektedir. 


 Bu gerçeklikle uzlaşmayı ısrarla reddeden Claire’in kocası John ise Dünya’ya çarpmakta olan gezegen Melancholia karşısında eşine ve çocuğuna haber vermeden intihar eder. Bütün hayatını rasyonelliğe adamış John’un, bilimsel hesaplara uymayan gezegen Melancholia karşısında intihar etmeyi tercih etmesinin öngörülebilir olduğunu ve sürekli bastırılmış olan varoluş hissinin açığa çıkmasının ne derece yıkıcı olduğunu söyleyebiliriz. Adeta Melancholia gezegeni, modern dünyadaki insanın bastırılmış bilinçdışı zihninin açığa çıkmasına ve onların değer yargılarının altüst olmasına sebep olmuştur. Öte yandan Claire’in bu ölümü bahçede şarap içerek “deneyimlemek” istediğini söylemesi, ölümü güzellemeye çalışarak estetize etmesi bakımıyla Justine tarafından eleştirilir. Justine ablasının ölümün gerçekliğini, dünyanın saf kötülüğünü bir türlü kabul edemediğini, ancak onu güzelleyerek katlanılabilir hale getirmekte olduğunu ve hala alışık olduğu dünyevi, burjuvazi hayallerinden vazgeçememekte olduğunu söyler. Süperegonun temsilcisi sayılabilecek Claire, ölüm kaygısıyla ne yapacağını bilemez ve sahip olduğu değer yargılarının altüst olmasının getirdiği bir kafa karışıklığı hakimindendir. Claire’in ufak oğlu Leo ise olanlar karşısında ne hissedeceğini tam olarak bilememektedir. Teyzesi Justine’e, babasının eğer gezegen Melancholia dünyaya çarparsa kendisi dahil herkesin öleceğini söylediğini belirtir. Burada babasının akıl ilkelerine ne denli bağlı olan toplumu temsil ettiğini görebilirsiniz. Fakat Justine ise yeğeni Leo’ya sihirli bir çadır yaparak hayatta kalabileceklerini söyler ve 5-6 tane tahtayı birleştirerek sembolik bir çadır inşa eder. Claire, Justine ve Leo hep birlikte çadırın altında gezegen Melancholia’yı beklemektedir. Leo’nun gözleri kapalıdır ve teyzesi Justine’in elini tutmaktadır. Claire, büyük bir kaygı duymaya devam etmektedir. Justine ise yeğeni Leo’nun elini tutmaya devam etmektedir ve ölümün tüm gerçekliğini bütün çıplaklığıyla kabul ederek gözleri açık bir şekilde beklemektedir. Zamanla Melancholia gezegeninin mavi ışıltıları bütün dünyayı sarar ve ardından koca bir hiçlik. Film bu çarpıcı bitişiyle izleyenleri kendileriyle baş başa bırakır.



2011 yapımlı Lars von Trier’in Melancholia filminin; rasyonelliğe sıkı sıkıya bağlı olan bir toplum üzerinden, Melancholia gibi bilimsel hesaplamalara uymayan bir gezegeni kullanarak toplumun değer yargılarını bozmasını anlatması epey etkileyici. Justine karakterinin diğer karakterlerden ayrılan noktası ise insan zihninin bastırdığı bilinçdışını temsil etmesi olduğu söylenebilir. Tutucu bir şekilde bilinci ve aklı temsil eden diğer karakterlere karşın toplum tarafından kabul görmüş rasyonellikten uzak, karışık ve çözülmesi zor bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Ezber bozan ve bizi sınırları aşmaya davet eden diğer Lars von Trier filmleri gibi Melancholia da izleyenleri kendine has büyülü dünyasından çıkartmak istemiyor ve onları bilinçlerinin sınırlarında bir tür yolculuğa davet ediyor.  


81 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page