Sinemanın doğuşundan beri edebi eserler filme uyarlanıyor. Bir edebi eser okuduğumuzda aklımızda oluşan görüntüler sinema sayesinde beyaz ekrana aktarılıyor. Zihnimizde canlandırdıklarımız, beyaz ekran üzerinde somut bir hale bürünüyor. Kelimelerle yapılan hikâye anlatımı, sinemanın gücüyle görsel ve işitsel bir hikâye anlatımına dönüşüyor.
Psycho, Robert Bloch tarafından yazılmış bir roman ve bu roman Alfred Hitchcock tarafından beyaz ekrana aktarıldı.1960 yılında çıkan film, ardından gelen birçok filmi etkiledi ve sinema tarihinde çığır açan bir film olarak yerini aldı.
Bir edebi eser filme uyarlanırken birtakım sorunlarla karşılaşılabilir. Bunlardan biri, filmin edebi esere tümüyle sadık kalmaması. Hem okurlar hem de seyirci bu durumdan rahatsız olabiliyor. Ancak sinema tarihinde uyarlandığı edebi eserden tamamen farklı olan veya uyarlandığı esere farklı bir anlam kazandıran filmler de mevcut. Psycho bir film olarak uyarlandığı edebi esere belli noktalarda sadık kalmış ve onu bambaşka bir şekle bürümüştür. Bu yazıda Psycho’nun romanı ve filminden örnekler verereksinemanın bir edebi eseri nasıl şekillendirebileceğini anlatacağız. (Bu yazıyı okuyanlar için hem romanın hem de filmin sürpriz sonunu bozmayacağız.)
Roman, Mary Crane otele varmadan önce, Norman Bates ile annesi arasında geçen konuşmayla, başlıyor. Norman ile annesi arasında geçen bu konuşmanın benzeri, Norman Bates Marion Crane’i (filmdeki ismi kitaptakinden farklı) yemek yemeye evlerine davet ettiğinde gerçekleşiyor ancak anneyi görmeyiz. Annesi ile Norman arasında geçen konuşmayı evin dıştan çekimine bakarken duyarız. Filmde Norman Bates’in annesini gördüğümüz ilk an, Marion’ın otele vardığı zaman evin içinde gördüğü siluet. Dolayısıyla, filmin başlarında anne karakteri romana kıyasla daha gizemli kalıyor.
Film ise romanda olmayan Marion Crane ve sevgilisi Sam Loomis’in konuşmasıyla başlıyor. Bununla birlikte, filmin başında bize belli bir yer ve zaman veriliyor: Phoenix, Arizona, 11 Aralık Cuma 14:43. Böyle bir bilgi verildiğinde yaşananların gerçek olduğu hissine kapılıyoruz. Çünkü bize sunulan kesin bir yer ve zaman var. Film bu şekilde romandan farklı olarak seyirciye kurmaca olanı gerçek diye yutturmaya çalışıyor.
Hem romanda hem de filmde en etkili sahnelerden biri olan Mary Crane’in ölümü kitapta şöyle tasvir ediliyor: ‘‘Mary tekrar kıkırdadı, sonra amatörce kalçalarını salladı ve aynadaki yansımasına öpücük gönderdi, aynadaki yansıması da ona. Sonra duş teknesine girdi. Su sıcaktı ve soğuk musluğu da açarak ılıtması gerekti. Sonunda iki musluğu da sonuna kadar açtı ve sıcaklığın üstüne fışkırmasına izin verdi. Suyun küremesi sağır ediciydi ve oda buğulanmaya başladı. Kapının açıldığını ya da ayak seslerini de bu yüzden fark etmedi. Başta, duş perdeleri iki yana açıldığında, buhar yüzünden suratı göremedi. Sonra yüzü gördü – perdelerin arasından bakan, havada bir maske gibi duran bir surat vardı sadece. Bir baş örtüsü saçları örtmüştü ve cam gibi gözler duygusuzca bakıyordu ama bir maske değildi bu, olamazdı. Derisi ölü beyazı renginde pudralanmıştı ve iki yoğun ruj lekesi sürülmüştü iki yanağa. Bir maske değildi bu. Deli bir ihtiyar kadının yüzüydü. Mary çığlık atmaya başladı, ardından da perdeler iyice iki yana çekildi ve kasap bıçağı tutan bir el belirdi. Bir an sonra onun çığlığını kesen bu bıçaktı. Kafasını kesen de (1).’’ Filmin çekildiği zamanı göz önünde bulundurursak, aynaya öpücük yollayıp kalçasını sallaması gibi hareketlerin Amerikan filmlerinde gösterilmesi yasaktı (2). Öte yandan, buradaki her cümleyi bir plan olarak gözümüzde canlandırırsak, her planın eklenmesi sahne için işlevsiz ve fazla olabilirdi. Ayrıca, Mary’nin bu bölümde çıplak olduğunu düşünürsek, bu sahne filme uyarlanırken belli çekim tekniklerinin kullanılması ve çıplaklığın gösterilmemesi gerekiyordu. Alfred Hitchcock hiç sansür yemeden, o zamanki kurallara uyarak bu sahneyi başarıyla çekti.
Filmde gördüğümüz duş sahnesinde Marion duşa girer ve duş alırken bir silüetin perdelerin arkasından ona yaklaştığını görürüz. Perdeler açıldığında bu figürün yüzünü görmeyiz ancak anne olduğunu tahmin edebiliriz. Bu duş sahnesinin bir diğer önemi ise 78 kare ve 52 kesmeden oluşmasıdır. Buna ek olarak, Bernard Hermann’ın müziği ile kitapta tasvir edilen duş sahnesi filmde dehşet verici bir hal alır. Sacha Gervasi’nin Hitchcock filminde gösterildiği üzere, seyirci sinemada bu sahneyi ilk kez gördüğünde dehşete düşmüştü. Bu sahne sinemacılar üzerinde de öyle bir etki bırakır ki Alexandre O. Philippe, sırf bu sahne üzerine 78/52 (3) adlı, farklı sinemacıların bu sahne üzerine konuştuğu bir belgesel çeker. Kitapta 15 cümleden oluşan bir sahnenin bu şekilde çekilmiş olması sinemanın edebi bir eseri nasıl şekillendirebildiğini ve ne kadar etkili olabileceğini gösteriyor.
Norman Bates cinayetin kanıtlarını ortadan kaldırırken kitapta daha az profesyonelce davranırken filmde daha profesyonelce davranır. Kitapta cesedi gördüğünde banyonun zeminine kusması ve cinayetin kanıtlarını nasıl ortadan kaldıracağını düşünürken kesin bir plana sahip olmaması daha önce böyle bir deneyimi olmadığı izlenimini veriyor. Deneyimsizliğini kitaptan şu cümle ile örnekleyebiliriz: ‘‘Annenin elbisesini ve baş örtüsünü, ayrıca kendi giydiklerini yakması gerekecekti. Hayır, iyice düşününce, en iyisi cesetten kurtulurken hepsinden kurtulmaktı (4).’’ Filmde Norman Bates cesedi gördüğünde dehşete düşmüş gibi görünse de ardından ifadesiz bir suratla kendisinin hemen harekete geçtiğini görürüz. Bu durum onun kanıtlardan kurtulma işini daha önce yaptığı izlenimini veriyor ve seyirciye annesinin daha önce cinayet işlemiş olabileceğini düşündürtüyor.
Kitapta olmayan ancak filme eklenen bir başka dikkat çeken konu da Marion’ı takip eden polis memuru. Marion’ın elinde 40.000 dolar barındırdığını ve polis memuruyla karşılaştığında şüpheli davrandığını düşününce kimileri polis memurunun Marion’ı takip etmesini normal karşılamış olabilir. Ancak başka bir açıdan bakıldığında polis memurunun inat ederek, bir ‘sapık’ gibi Marion’ı takip ettiği savunulabilir. İlk karşılaştıklarında polis memurunun Marion’ı dikkatlice incelemesi de sapıkça bir davranış olarak algılanabilir. Dolayısıyla filmde ‘sapık’ olan kim sorusunu sorduğumuzda cevap olarak polis memurunu düşünebiliriz.
Kitap ile film arasında başka benzerlikler ve farklılıklar olsa da, yukarıdaki örnekler romanın filme uyarlanırken nasıl bir değişime uğradığını, aynı zamanda filmin edebi esere hangi noktalarda sadık kaldığını gösteriyor. Alfred Hitchcock filmin genelinde kitaptan farklı bir yol izleyerek romanı kendi görüşüyle şekillendirdiği için Psycho, sinema tarihinde filmin edebi eserden başka bir konuma nasıl ulaşacağını gösteren ve öğreten yapıtlardan biri olarak anılmaya devam edecektir.
(1) Robert Bloch, Sapık, çev., Ömer Ezer (İstanbul: İthaki Yayınları, 2020), 34.
(2) Bkz. ‘‘Hollywood ve sansür,’’ Cumhuriyet, erişim 28 Kasım, 2020, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/hollywood-ve-sansur-1063303#:~:text=Hollywood'da%201934%2D1968%20y%C4%B1llar%C4%B1,sahneleri%2030%20saniyeden%20fazla%20s%C3%BCrm%C3%BCyordu.&text=1934'den%201968'e%20dek,Hays%20sans%C3%BCr%20kurulunun%20gazab%C4%B1na%20u%C4%9Frad%C4%B1
(3) Bkz. ‘‘78/52,’’ IMDb, erişim 14 Şubat, 2022. https://www.imdb.com/title/tt4372240/.
(4) Bloch, 44.
Kaynakça:
1. Bloch, Robert. Sapık. Çev., Ömer Ezer. İstanbul: İthaki Yayınları, 2020.
2. Cumhuriyet. ‘‘Hollywood ve sansür.’’ Erişim 28 Kasım, 2020.
3. IMDb. ‘‘78/52.’’ Erişim 14 Şubat, 2022. https://www.imdb.com/title/tt4372240/.
Comments