Filmin ilk saniyesinde, çalıştığı işten atılan Rosetta’nın hayatının peşinden koştuğu direngen haliyle bir koşturmacanın içine çekiliyoruz. Bu koşturmaca hem fiziken bir koşturmaca hem de sürekli bir iş arama halinin Rosetta ile birlikte hepimizin ruhuna yansıyarak yarattığı devinimin koşturmacası.
Çeşitli belgeseller ve kısa filmlerin ardından La Promesse’le birlikte sesleri duyulmaya başlayan yönetmen Dardenne kardeşler, 1999 yılına geldiğimizde senaryosunu yine kendilerinin yazdığı bir filmle kariyerlerinin başka bir dönüm noktasına ulaşmışlardır. Başrolünde tüm nefes kesiciliğiyle Émilie Dequenne’i izlediğimiz film Rosetta. Rosetta sadece yönetmenlerin değil başrolümüzün de dönüm noktası olmuştur. Profesyonel ilk işi olmasına rağmen Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’ne layık görülecektir. Oyuncusuna böyle bir başarıyı yaşatan filmin ödülleri bununla da sınırlı değildir. Yine Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanmış ayrıca Locarno, New York, Toronto gibi çeşitli film festivallerinden de ödül alarak başarısını tescillemiştir.
Peki nedir Rosetta’yı bu kadar başarılı kılan? Kapitalist bağların köklüleştiği, zenginler daha da zenginleşirken yoksulların da giderek yoksullaştığı liberal ve emperyalist bir ekonomik modelin tüm dünyada yer bulduğu 90’lı yıllardayız. Konumumuz ise Dardenne kardeşlerin toplumsal hareketlerine tanık olduğu ve belgesellerinde yer verdiği Belçika’nın Wallonie bölgesi. 20. yüzyılda Belçika’nın ağır sanayisinin kalkınmasında önemli bir yer oynayan Wallonie, göçün ve işsizliğin de sokaklarında kol gezdiği bir bölge. Bu çerçeveler birleştirildiğinde Rosetta’nın konusunun işsizlik olması yönetmenlerin deneyimlerinden hareketle tercih ettiği isabetli bir konu. İşçi örgütlenmelerinin engellenmesiyle sürekli işten atılma tehlikesi yaşayan işçilerin canları pahasına çalıştığı, sosyal hakların kaybedildiği, açlık ve yoksullukla baş başa bırakılmış bir sınıf portresi görüyoruz. Dardenne kardeşler ise bu portreyi öncesinde çektiği işçi örgütlenmeleri konulu belgeseller sayesinde çok iyi biliyor. Bu bilgilerini gerçekçi bir şekilde yansıtmaları ve bir “uyanışın” kapısını aralamaları filmin en büyük başarılarından. “Uyanış”tan yazının devamında bahsedeceğim fakat öncesinde filmin yapısına ve içeriğine biraz daha bakmak istiyorum.
SENIN ADIN ROSETTA. BENIM ADIM ROSETTA.
Rosetta bir çocuk, bir işçi, bir kadın filmi. 17 yaşındaki genç bir kadının, kapitalist sömürü düzeninin kıskacındaki çocuk haliyle işçi “olmaya” çalıştığı bir film. Sermayenin egemenliğinin toplumun tüm ezilen kesimlerine vahşice saldırdığı bu çağda Rosetta kimdir peki? Bence Rosetta; Agnes Varda’nın Vagabond’unun, Barbara Loden’in Wanda’sının, Robert Bresson’ın Mouchette’inin kız kardeşidir. Hatta bu kervana Frances Ha, Jeanne Dielman, Lilja 4-ever ve İffet gibi kadınlar eklenebilir. Bu kadın kahramanlar hiçbir feodal ve patriyarkal bağları olmadan sadece kendi adlarıyla var olmuştur hayatlarımızda. Örneğin Rosetta’nın soyadını ya da babasını hiç görmüyoruz, o bütün aidiyet ilişkilerinin dışında adı Rosetta olan ve iş arayarak kendini arayan bir genç kadın sadece. Bununla birlikte Rosetta kendi başına bir birey olarak karşımıza çıktığı kadar bir sınıfı da temsil etmektedir. Bu sınıf Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinden birinde açlıkla boğuşarak yaşam mücadelesi veren ve emeği sömürülmeye bile layık görülmeyen işsizlerdir. Üstelik Rosetta, Dardenne kardeşlerin sinemasının temel taşlarından biri olan göç ve göçmen konusuna da göz kırpan bir isim. Yönetmenler bir söyleşide bu tercihlerinden açıkça bahsetmişlerdir. Özellikle “a” ile biten ve İtalyanca kökenli bir isim aradıklarını belirtmişlerdir. Bu betimlemeye uygun Rosetta isminin çağrıştırdıkları ise o dönemde Belçika’da göçmenlerin %30’unun İtalyalı olduğu ve filmde gösterilen yoksulluğun en derin izler bıraktığı kesimin de her dönemin ezilenleri göçmenler olduğudur. Dolayısıyla Rosetta hem tek başına bir genç kadındır hem de en genel yansımasıyla ucuz iş gücüyle geçici işlerde emeği değersizleştirilen göçmenlerdir, çocuk işçilerdir.
İŞ BULDUN. İŞ BULDUM.
Filmin ilk saniyesinde, çalıştığı işten atılan Rosetta’nın hayatının peşinden koştuğu direngen haliyle bir koşturmacanın içine çekiliyoruz. Bu koşturmaca hem fiziken bir koşturmaca hem de sürekli bir iş arama halinin Rosetta ile birlikte hepimizin ruhuna yansıyarak yarattığı devinimin koşturmacası. Hareketli kamerayla çekilen bu sahnelerde filmin geri kalanı gibi Rosetta’nın omzu üzerinde takip ediyoruz olan biteni. Bunu izleyen toplum olarak Rosetta’nın omzundaki bir yük gibiyiz, tüm suçluluğumuzla yüz yüzeyiz. Bir yandan da Rosetta’yı gözetliyoruz sürekli. Toplum tarafından dışlanan ve marjinalleştirilen kesimler yine toplum tarafından kamusal alanlarda her an gözetlenerek buralardan da dışlanıp şehir merkezinden uzak kırsal alanlara itilir. Tıpkı Rosetta’nın “yaşadığı” yer gibi. Rosetta şehrin dışındaki kamp alanında eski bir karavanda alkolik annesiyle birlikte yaşar. Şehirdeki Rosetta ile kamp alanındaki Rosetta farklıdır. Bu fark tepkilerinde ve zihinsel çelişkilerinde hissedildiği kadar fiziksel olarak da ayakkabı değişimiyle sembolleştirilir. Şehirde giydiği botu, çamurlu kamp alanına geldiğinde çıkarır, gizlediği yerden kirli çizmelerini alır ve giyer, botunu ise çantasına atarak karavana ilerler. Tüm bu şehir ve kırsal arasındaki yolculuk, bu ikiliğin gerektirdiği rutinler; Rosetta’nın bir gün kurtulacağını düşündüğü süreçlerdir. Bu kurtuluş ise tıpkı diğer insanlar gibi iş bularak hayatının “normalleşmesiyle” olacaktır. Rosetta’nın iş arayışını aktüel kamera sayesinde takip ettiğimiz süre boyunca zaman zaman mide bulantısı hissederiz çünkü sömürü ilişkilerini tüm yalınlığıyla görmek zaten yeterince rahatsız ediciyken üstüne bir de Rosetta’nın normal bir hayat için enerjisinin son damlasına kadar koşturması eklenince tüm bu hareketli gerçeklik izleyiciyi de sürükler götürür. Rosetta deneme süresi dolduğu için işten çıkarıldıktan sonra başka işler arar ama nafile, hiçbir yerden olumlu cevap gelmez. İşsizlik maaşına başvurmak ister, bu maaş için gereken süre kadar çalışmamıştır, çalışamamıştır, onu da alamaz. Sistemin bu kısır döngüsü içinde kapitalist ilişkilerin birbiriyle senkronize bir biçimde işçi sınıfına yaşama imkanı tanımadığına şahit oluruz. Fakat Rosetta yaşamakta ısrar etmektedir. Bu uğurda bir waffle dükkanının önündeyken tanıştığı Riquet’yi kullanır. Riquet, Rosetta’nın aynı dükkanda iş bulmasına yardım etmiştir fakat Rosetta o işten de 3 gün sonra atılmıştır çünkü patron, kendi oğlunu işe almıştır. Bu kovulma sahnesinde ise yine patronla savaşırken yere yatıp un çuvalına sarıldığı an, işin ve aşın Rosetta’nın direnişinde yekvücutlaştığı, yaşama sarılma ısrarının belirginleştiği yerdir. İstediği hayata yine ulaşamayan Rosetta, Riquet’yi daha yakından tanır ve patronu dolandırdığını öğrenir. Rosetta için bir başka çelişki doğmuştur. İşçi sınıfı kendiliğinden iyi ve güzel olmaması, aksine en tehlikeli haliyle toplumda dolaşması Rosetta’nın da gerçekliğidir. Riquet göle düştüğünde onu kurtaracak mı yoksa ölüme terk ederek ondan boşalan yerde çalışma fırsatı mı yakalayacak? Patrona ispiyonlayıp kovulmasına sebep olacak mı yoksa Riquet’nin sırrını saklayacak mı? Gölden kurtarsa bile işsizliğe dayanamayan Rosetta Riquet’yi ele verir. Zaten örgütlü ve dayanışma içinde olmayan bir işçi sınıfı için bu hep böyle olagelmiştir. Rosetta’nın patrona ispiyonlamasıyla işten atılan Riquet motoruyla birlikte Rosetta’nın etrafında dolanmaya başlar. Böylece Rosetta’da da suçluluk duygusu baş gösterir. Waffle dükkanında çalışırken en mutlu haliyle görürüz Rosetta’yı. Ancak Riquet bir akbaba gibi Rosetta’nın etrafında dolanmaya başladığında Rosetta’da bir şeylerin öldüğünü fark ederiz. Bu uzun soluklu bir ölümdür. Bu ölümün adı yaşamdır. Tam normal bir hayatı olduğunu düşünürken alkolik annesini baygın halde karavanın önünde gördüğü an bir kırılma noktasıdır. Böylece tüm film boyunca koşturan Rosetta’yı bir ölüm dinginliğinde izlemeye başlarız. Annesini karavana taşır ve yatırır, patronu arayıp istifa ettiğini söyler, bir yumurta haşlayıp yemeye başlar. Gazı açık bırakıp ölümü beklediği bu dakikalar izleyici için bir azap gibiyken Rosetta için hayatının en çelişkisiz anıdır belki de. Bu an çok da uzun süremez. Çünkü Rosetta’dır o, toplumun en ezilen kesimindedir ve bırakın yaşamayı onun ölmesi bile bir mücadele gerektirir. Tüpün gazı bittiği için ölemeyen Rosetta, yeni bir tüp alıp karavana doğru taşırken o tanıdık motor sesini duyarız. Riquet yine bir akbaba gibi Rosetta’nın çevresinde dolaşır. O an bir yüzleşme yaşayan Rosetta ise ağlamaya başlar. Riquet ise dönmeyi bırakıp yerdeki Rosetta’yı kaldırmak için elini uzatır. Çünkü Rosetta’nın içinde ölenler yerini yeni yeşeren hislere bırakmıştır.
NORMAL BİR HAYATIN VAR. NORMAL BİR HAYATIM VAR.
Filmin başarısını incelediğim paragrafta bir uyanıştan bahsetmiştim. Gerçekçi bir biçimde işçi sınıfından bir çocuğun hayatını yansıtan bu film kimi uyandırırsa başarılı sayılabilir? Çoğu film eleştirmeni bu filmi Belçika hükümetini harekete geçirmesi sebebiyle başarılı sayıyor. Filmin sesinin duyulmasının ardından Kasım 1999’da Belçika’da Rosetta Planı yürürlüğe giriyor. Adını filmden alan planın temel amacı gençlerin iş bulmasını kolaylaştırmak. Belirli bir yaş aralığındaki lise ve üzeri eğitim alan gençlerin istihdamını sağlayabilmek için hükümet tarafından işletmeler çalıştırdıkları işçilerin yüzde 3’ü ile 6’sı arasında bir oranda gençlerin işe alınması teşvik ediliyor. Bu iyileştirme çalışması çocuk işçiliğinin “en kötü biçimleri” ile mücadele etme çabasıdır. Bu da yine egemen sınıfın yararınadır. Çocuk işçiliği ile mücadeleye yoğunlaşmadan önce ortaya çıkışının temellerine bakalım. Makineleşmeyle birlikte kadınlar ve çocuklar, yetişkin erkek işçilerin yapabileceği işleri daha düşük ücretle ve “uysallıkla” yapmaya başlamışlardır. Suçu ailenin üzerine atıp sıyrılan liberal tutum ile aileyi kutsallaştırarak çocuk işçiliğinin koşullarını iyileştirmeye çalışan fakat kökünü kazımak şöyle dursun bu ilişkileri koruyan muhafazakar tutum; sermaye için ucuz işgücü olan çocuk işçiliği sürdürmeye yönelik politikalar üretmişlerdir. Bu tutumların karşısında Marx “çocuk işçiliği” ve “çocuk emeği” konularını gündem eder. Çocukların üretken emeğin parçası haline gelmesinde aileden kopuş ve toplumsallaşma önemlidir. Fakat sömürü yollarını arayan sermaye için kapitalist bağlarla sürdürülen, politeknik nitelikte olmayan bir eğitim bulunmaz nimettir. Emek ve sermaye çelişkilerini merkeze alan bir mücadele olmadan yapılan iyileştirme çalışmaları da ancak sömürenlere yarayacaktır. Dolayısıyla filmin asıl başarısı filme konu olan sınıfa; yani işçilere, göçmenlere, kadınlara, çocuklara, en genel tanımıyla ezilenlere erişebildiği ölçüde başarı sayılmalıdır. Normal bir hayatı sorgulamak, sınıf çelişkileriyle yüzleşebilmek, bireysel bir kurtuluşun mümkün olmadığını görebilmek gerçek bir hayat edinmek ve ölmeden yaşamak için gereklidir. Normal bir hayatımız var diyebilmek için filmin son sahnesinde Riquet’nin Rosetta’ya uzattığı el olmalıyız, dayanışmalıyız.
KARA DELİĞE DÜŞMEYECEKSİN. KARA DELİĞE DÜŞMEYECEĞİM.
Rosetta’nın Riquet’nin evinde uyumadan önce kendi kendine mırıldandığı sözleri tekrarlayalım: “Senin adın Rosetta. Benim adım Rosetta. İş buldun. İş buldum. Normal bir hayatın var. Normal bir hayatım var. Kara deliğe düşmeyeceksin. Kara deliğe düşmeyeceğim. İyi geceler. İyi geceler.” Rosetta’nın kendisiyle konuştuğu ve kendini normal bir hayatı olduğunda ikna ettiği bu cümleler mücadeleye devam edeceğini göstermişti bize. O kara deliğe düşmeyecekti. Peki biz düşecek miyiz? Bir film ile yasa çıkartılabildiği gibi bir film ile kitleler özneleştirilebilir de. Burada sorumluluğu sen üstlenebilirsin, ben üstlenebilirim, biz üstlenebiliriz. Sinemanın varoluşuna tezat bir biçimde, filmler aracılığıyla toplum pasifize ediliyor. Buna karşı Rosetta gibi ezilenlerin sesi olabilen filmler uyuşturulmuş kitleleri uyandırıp harekete geçirme ve mücadelenin öznesi kılma potansiyeli taşıyorsa umut var demektir. Birbirimize tutunarak kara deliğe düşmeyebiliriz ancak. Rosetta’nın kendi kendine seslendiği gibi biz de kendimize hatırlatalım: “Sen, ben, biz birbirimizin çaresiyiz, kara deliğe düşmeyeceğiz!”
Comments