top of page

Sessiz Dönemden Sinematik Evrenin İcadına, Kaiju Filminden Animasyon Filmlerine Frankenstein Uyarlamaları

Uygar Ceylan

İlk bilim kurgu romanı olarak kabul edilen Frankenstein ya da Modern Prometheus, sinema tarihi boyunca onlarca kez, kimi zaman romana sadık kalınmaya çalışılarak kimi zaman serbestçe, filme uyarlandı. Her uyarlama çekildiği dönemin sinemasından ve bilime bakış açısından oldukça etkilendi, böylece aynı roman birbirinden farklı onlarca filme kaynaklık etti. Aralarından bu yazıda incelenerek Frankenstein’a ve canavarına olan bakışın zaman içinde nasıl değiştiğini gösterecek olanların listesi: https://boxd.it/CunQi


Frankenstein, 1910, J. Searle Dawley


Frankenstein’ın ilk film uyarlaması, Thomas Edison’ın film şirketi tarafından çekildi. Edison, elektrikle bir canavar yaratılmasının elektrik hakkında olumsuz çağrışımlar yaratmasından ve bunun kendisine ticari olarak zarar vermesinden korktuğu için bu filmde Frankenstein yaratığını elektrikle değil kimyasal bir süreçle canlandırır, yaratığı bir tür fırında âdeta pişirir. Romanda yaratığın tam olarak nasıl canlandırıldığı açıkça söylenmese de birçok kez yıldırımdan ve elektrikten bahsediliyor. Bunun önemli bir altyapısı var: Yazar Mary Shelley, başta bir idam mahkumunun cesedini elektrik vererek hareketlendiren fizikçi Giovanni Aldini olmak üzere, dönemin galvanizm üstüne çalışan bilim insanlarından esinlenir. Frankenstein’ı ilk bilim kurgu romanı kılan da bu altyapıdır. Bu filmdeki kimyasal süreç ise maalesef böyle bir altyapıdan uzak.


Filme uygulanan sansür ve otosansür elektriğin filme dahil edilmemesinden ibaret değil. O yıllarda sinema hâlâ yeni sayılabilecek bir icattı ve toplumun her kesimi tarafından henüz yeterince kabul görmemişti. Perdede korkutucu veya “ahlaka aykırı” şeylerin gösterilmesi tepkileri daha da körüklemekteydi. Edison da bundan çekinmiş olmalı ki bu filmde Frankenstein, mezarlardan çaldığı ceset parçalarını kullanmak yerine canavarını tamamen kimyasal bir karışımdan yaratır. Aynı şekilde canavar cinayet de işlemez. Ayrıca romanın aksine film mutlu sonla biter. Ancak bu mutlu sonda bile canavar ölmez, bunun yerine title card’da aynen yazdığı üzere “sevgi tarafından yenilir ve yok olur”. 


Filmin çok korkutucu olmamasını amaçlayan tüm bu sansür ve otosansüre rağmen bu film, ironik şekilde bugün erken dönem korku filmleri arasında sayılıyor. Bunun temel sebebi tabii ki de bir korku klasiğinin uyarlaması olması ama bundan ibaret değil. Salaş ve pasaklı görünümü, yırtık pırtık kıyafetleri, uzun ve dağınık saçları, kocaman ve biçimsiz ayakları, uzun ve biçimsiz parmaklarıyla canavarın tasarımı dönemi için yeterince ürkütücü. Bu, diğer tüm Frankenstein’ın canavarı tasarımlarından farklı bir tasarım. Bunun sebebi bu filmin 70’lere kadar kayıp olup sonraki Frankenstein filmlerini etkileyememesi. Canavarın yaratılma biçiminin farklı olması da bir başka sebep, tek parça hâlinde yaratılan bir canavarın vücudunun sonraki uyarlamalardaki gibi dikiş ve yaralarla dolu olması zaten anlamsız olurdu.


Filmdeki asıl korku unsuru ise canavarın canlandırılma sahnesi. Bugün için bile hâlâ tuhaf ve ürpertici olan bu sahne, sessiz dönemin imkansızlıklarına rağmen akıllıca yapılan görsel efektlere de güzel bir örnek. Canavar maketi yakılıp kayıt tersten oynatılmış, bu sayede canavar yanıp kül oluyor gibi değil pişip şekil alıyor gibi gözüküyor. Yaklaşık 3 dakikalık bu sahne 12 dakikalık filmin neredeyse çeyreği ve tüm filmi bu sahne taşıyor.



Canavarın karakteri bakımından romana en sadık uyarlamalardan biri bu film. Canavar konuşabiliyor, hatta Frankenstein’la hararetli şekilde tartışıyor. Tabii tam olarak ne konuştuklarını bilemiyoruz çünkü bu bir sessiz film ve diyalog title card’ı da yok, sadece anlatıcı title card’ları var. Ama sadece konuşabildiğini bilmemiz bile onu daha sonra Universal tarafından veya Universal etkisinde tasarlanan, konuşamayıp sadece hırıldayabilen yabani canavarlardan daha romana sadık kılıyor.


Frankenstein, 1931, James Whale


Frankenstein’ın ilk sesli film uyarlaması, 21 yıl önce çekilen ilk filmin aksine, gözükebildiği kadar korkutucu gözükmeyi amaçlıyor. Hatta filmde Dr. Waldman karakterini canlandıran Edward Van Sloan, filmin başında seyirciyi izleyeceklerinin ne kadar dehşete düşürücü olduğu konusunda uyarıp filmden çıkma fırsatı sunuyor. Filmin korku dozunu artırmak için Frankenstein’ın kambur laboratuvar asistanı Fritz’in hatası sonucu canavarın bedenine bir katilin beyninin yerleştirilmesi gibi bir detay bile ekleniyor. Ancak bu detay pek bir yere bağlanmıyor çünkü canavar romandakinden çok daha ilkel olmasına rağmen o kadar saldırgan değil, bir istisna haricinde sadece kendini savunmak için şiddete başvuruyor. Bu istisna da filmin sonunda Frankenstein’ın canına kastetmesi. Bunun sebebinin intikam olduğu belli, ama canavar konuşamadığı için tam olarak neyin intikamı olduğu meçhul. Romandaki gibi kendisini çirkin bir surette yaratıp yalnızlığa mahkum etmesinin intikamı olduğu fikri akla gelse de canavar bu sofistikelikte bir düşünceye sahip olacak kadar zeki görünmüyor. Bu durumda akla gelen en makul sebep, Frankenstein’ın daha önce Fritz’in onu zincirlemesine ve Dr. Waldman’ın onu bayıltmasına yardım etmesi. Kısacası canavarın ilkelleştirilmesi beraberinde hikayenin derinliğini de azaltıyor.


Romanda Frankenstein, canavarını canlandırana kadar işini çok tutkulu yaparken canavarın canlanmasıyla beraber bir anda yaptığı şeyden iğrenmeye ve nefret etmeye başlar. Bu ani tutum değişimi, filmde canavarın Fritz’i öldürdüğü ana öteleniyor. Bu sayede de Frankenstein’ın Dr. Waldman’la yaratımının önemi ve potansiyeli konusunda kendinden emin bir şekilde tartıştığı sahne ortaya çıkıyor. Yine bu öteleme sayesinde Frankenstein ve canavar ilk başta iyi anlaşır, ta ki Fritz elinde bir meşaleyle gelip canavarı korkutarak her şeyi mahvedene kadar.



Filmde canavar kendini savunmak için öldürdüğü iki kişiye ek olarak, küçük bir kız çocuğunu da birlikte oyun oynarken yanlışlıkla öldürür. Çocuğun da suya attığı çiçekler gibi yüzeceğini düşünerek suya atar ancak çocuk boğulur. Cesedi bulan köy halkı, hiçbir görgü tanığı ve delil olmamasına rağmen, çocuğu öldürenin canavar olduğundan emindir. Onu köyün her tarafında ellerinde meşaleleri ve yanlarında köpekleriyle aramaya başlarlar. Film, köy halkının canavara karşı olan bu tutumu üzerinden zenofobi ve ön yargı temalarını işliyor. Yönetmen James Whale’in gay, canavarı canlandıran Boris Karloff’un ise Hint kökenli olmasının bu anlatıya katkılarının olduğu şüphesiz.


Bride of Frankenstein, 1935, James Whale


1931 yapımı Frankenstein filmi romanın tamamını değil sadece ilk yarısını uyarladığı için 4 yıl sonra çekilen devam filmine konu bulunması pek de zor olmaz. İlk filmde konuşamayıp hırıldayan ilkel canavar, romandakine benzer şekilde, görme engelli olduğu için onun görüntüsünden korkmayan yaşlı bir adamdan konuşmayı ve diğer birçok şeyi öğrenir. Duygusal olarak da derinleşir, yaşlı adamın ona sunduğu dostluk karşısında gözyaşı döker.


Canavar zihinsel olarak epey gelişse de romanın devamındaki gibi Frankenstein’ı bulup kendisine bir de eş yaratmasını isteyebilecek kadar da gelişmez. Bu yüzden bunu onun yerine yapacak, tıpkı Frankenstein gibi yaşamın ve ölümün sırlarını çözmek konusunda obsesif yeni bir çılgın bilim insanı karakteri yazılır: Dr. Pretorius. Dersini alıp deneylerinden el çeken Frankenstein’ı birlikte bir de kadın canavar yaratmaya ikna edemeyen Dr. Pretorius kendi başına bu işe girişir ve bu sırada Frankenstein’ın canavarı ile karşılaşır. Bir eş vaadiyle onu Frankenstein’ın nişanlısını kaçırıp rehin almaya ikna eder. Frankenstein nişanlısını kurtarmak için Dr. Pretorius’un yaptığı kadın bedenini canlandırmaya ikna olur.


Romandaki Frankenstein’ın kendi iç çatışmasının filmde Frankenstein ve Dr. Pretorius arasındaki bir çatışmaya dönüşmesi her iki karakteri de basitleştirir hatta karikatürleştirir ama bu olumsuz bir şey olmak zorunda değil. Bir karakterin karikatürize yazılması veya karikatürize oynanmasıyla karikatürize bir karakterin yazılması ve oynanması farklı şeyler, Dr. Pretorius ise karikatürize bir karakter. Filmin başlarında gördüğümüz, Dr. Pretorious’un yarattığı minyatür insanlar da bilimden çok bir çeşit kara büyünün ürünü gibi ama bu da aynı şekilde bilinçli bir tercih. Bu sayede seyirci Dr. Pretorius’a, yakınlarının Frankenstein’a yaklaştığı gibi endişe ve şüpheyle yaklaşıyor, onun yerine Frankenstein’la ve canavarla empati yapmaya devam edebiliyor.



Olay örgüsündeki değişiklikler, hikayenin sonunun değişmesini de beraberinde getiriyor. Romanda Frankenstein son anda ikinci bir canavar yaratmaktan vazgeçer. Filmde ise bu nişanlısından vazgeçmesi demek ve nişanlısından vazgeçmeyeceği için ikinci canavarı da canlandırır, ancak işler Dr. Pretorius’un umduğu gibi gitmez. Romanda canavar, yaratılacak yeni canavarın kendi iradesini hiç dikkate almaz. Onun mutlaka eşi olacağını varsayar hatta onun adına Frankenstein’a bazı sözler verir. Frankenstein’ın son anda vazgeçmesinin sebeplerinden biri de bu yeni canavarın kendisi daha var olmadan önce yapılmış bir anlaşmaya uymak istememe ihtimali. Bu filmde canavarın canlanmasıyla birlikte bu, bir ihtimal olarak kalmayıp gerçekleşir: Kadın canavar, erkek canavarı istemez hatta diğer herkes gibi ondan korkar. Dr. Pretorius’un ve canavarın iki erkek olarak bir kadına kader biçmesi, ataerki metaforu olarak yorumlanabilir. Sonrasında da canavar intikamını Frankenstein’dan değil, Dr. Pretorius’tan ve kadın canavardan alır. Frankenstein’ı ve nişanlısını bağışlar.


Universal’ın Devam ve Crossover Filmleri, 1939-1948


Bride of Frankenstein’dan sonra, artık James Whale’in yönetmen koltuğunda olmadığı iki solo devam filmi daha çekildi. Romandaki olaylar Bride of Frankenstein’da tükendiği için bu filmlerin senaryoları özgün. Son of Frankenstein (1939) filmi kötü olmamakla beraber Frankenstein hikayesine pek bir yenilik katmıyor. Konusu Dr. Henry Frankenstein’ın (bu seride Victor Frankenstein’la Henry Clerval’ın isimleri yer değiştirmiş) ilk iki filmde yaşadıklarının benzerini oğlu Dr. Wolf von Frankenstein’ın yaşamasından ibaret. Yine de seriye yeni eklenen Ygor ve Müfettiş Krogh karakterleri ilginç, bu iki karakterin Wolf von Frankenstein’la müzakere ve mücadelelerini izlemek de keyifli. The Ghost of Frankenstein’ın (1942) ise canavarın bedenine farklı bir beynin nakledilmesi gibi aslında ilginç olabilecek ama yüzeysel ve kötü işlenerek heba edilen bir konusu var.


30’lar ve 40’ların canavarlı korku filmleri 2010’ların süper kahraman filmleri gibiydi, epey popüler ve çeşitliydiler. Universal da dönemin Marvel/Disney’i gibiydi, birçok canavarın filmlerinin yapımcısı ve dağıtımcısıydı. 40’larda canavar filmlerine 30’lardaki gibi ayrı ayrı devam filmleri yerine crossover filmleri çekmeye başladılar. Bu filmlerin ilki Frankenstein Meets the Wolf Man (1943). Bu filmin basit bir crossover filmi olmakla kalmayıp aynı zamanda The Wolf Man (1941) ve Frankenstein serisinin son filmi The Ghost of Frankenstein ile devamlılığı büyük ölçüde koruması onu sinematik evren konseptinin öncüsü yapıyor. Benzer şekilde House of Frankenstein (1944) filmi Frankenstein Meets the Wolf Man’in bıraktığı yerden, House of Dracula (1945) filmi de House of Frankenstein’ın bıraktığı yerden devam ediyor. House of Frankenstein ve House of Dracula filmlerinde Frankenstein’ın canavarı ve Wolf Man’e Kont Dracula da katılıyor. İki değil üç canavarın varlığı ilk bakışta bu filmlerin Frankenstein Meets the Wolf Man’den daha görkemli crossover filmleri olduğunu düşündürse de aslında durum tam tersi çünkü bu filmler bütünlüklü birer senaryodan yoksun ve filmdeki canavarlar âdeta sırayla boy gösteriyor, biri etkisiz hâle gelince diğeri diriliyor. Bu, dönemin seyircisini heyecanlandırmaya fazlasıyla yetmiş olabilir ama günümüzün ihtişamlı crossover filmlerine alışmış, hatta artık sıkılmış seyircisini heyecanlandırmıyor. Bud Abbott and Lou Costello Meet Frankenstein (1948) filminde Universal canavarları bu kez sadece birbirleriyle değil, aynı zamanda dönemin komedi ikilisi Abbott ve Costello ile de bir araya geliyor. Bu filmle beraber canavar crossover filmleri bitti ve Universal 50’lerde yoluna “Abbott and Costello Meet X” şeklindeki korku-komedi filmleriyle devam etti.



Bu 6 filmde (2 devam filmi ve 4 crossover filmi) Frankenstein’ın canavarının işlenişiyle ilgili birtakım genellemelerde bulunmak mümkün. Bride of Frankenstein’da konuşmayı öğrenen canavarın konuşma yetisi bu filmlerde yok denecek kadar azalıyor, Bride of Frankenstein’da cümle kurarken bu filmlerde ise en fazla birkaç kelime homurdanıyor. Ayrıca çok daha saldırganlaşıyor. İlk filmde sadece kendini savunmak ve intikam almak için şiddete başvuran canavar, bu filmlerde çok sık ve keyfi olarak cinayet işliyor. İlk filmde pek bir yere bağlanmayan bedenine bir katilin beyninin yerleştirilmesi detayı bu filmlerde anlam kazanıyor. Kısacası Bride of Frankenstein’da insansılaştırılan, karakterleştirilen canavar bu filmlerde tekrar canavarlaştırılıyor. Buna rağmen çocuklarla iyi anlaştığını görüyoruz. Hatta The Ghost of Frankenstein’da kendisine bir çocuğun beyninin nakledilmesini istiyor. Bu, bir ölçüde ilk filmde yanlışlıkla öldürdüğü kız çocuğunun kefareti olmakla beraber; aynı zamanda çocukların saf ve ön yargısız olmalarından da kaynaklı. Canavarın çocuklarla iyi anlaşması, daha sonra Universal dışındaki çeşitli Frankenstein eserlerinde de karşımıza çıkan bir fenomene dönüştü.


Bu filmlerdeki Dr. Frankenstein’lar ve diğer bilim insanı karakterleri hakkında benzer genellemelerde bulunmak zor çünkü her filmde farklı bir bilim insanı karakteri var. Ancak çoğu Dr. Henry Frankenstein’a haksızlık edildiğini, asistanı Fritz’in hatasının ona mal edildiğini, deneylerinin “bilim dışı, kara büyü” denilerek dışlanmayıp üzerlerinde çalışılmaya devam edilmesi gerektiğini düşünüyor. Fakat ilk filmdeki Dr. Henry Frankenstein’ın ve ikinci filmdeki Dr. Pretorius’un aksine, olası risklerin de farkında oldukları için ölçülü ve dikkatliler. Zaman zaman canavarı yok etmeyi bile değerlendiriyor, hatta teşebbüs ediyorlar. Yani çılgın bilim insanı arketipi varlığını sürdürse de artık eskisi kadar da çılgın değiller.


Sessiz dönemde çekilen Frankenstein uyarlamalarının 70’lere kadar kayıp olması, 1957 yapımı The Curse of Frankenstein’a kadar Frankenstein film uyarlaması konusunda Universal’ın rakipsiz kalmasına sebep oldu. 26 yıllık bu süre, Universal’ın Frankenstein fenomenini domine etmesine fazlasıyla yetti. Bugün hâlâ Frankenstein’ın canavarı denince çoğu kişinin aklına Boris Karloff, Bela Lugosi ve Glenn Strange’in canlandırdığı; yalpalayarak yürüyen, boynunun iki tarafında cıvata olan ikonik canavar geliyor. “It’s alive!” romanda olmayıp 1931 yapımı filmle meşhur olan bir replik. Canavarın ateşten korkması da yine bu filmden çıkma. İlk defa Bride of Frankenstein filmi için tasarlanan Frankenstein’ın gelini karakteri filmde sadece birkaç dakika görünmesine rağmen kült oldu, diğer birçok filmde yine üzerinde beyaz bir çizgi olan kabarık siyah saçla karşımıza çıktı. Young Frankenstein (1974) ve Frankenweenie (1984 & 2012) gibi filmler, Universal filmlerinin gotik atmosferine öykünerek tercihen siyah-beyaz çekildi. Hatta Dracula vs. Frankenstein (1971) ve Young Frankenstein filmlerinde direkt  James Whale’in filmlerinde kullanılan orijinal laboratuvar dekorları kullanıldı. Tüm bu örnekler, Universal filmlerinin Frankenstein fenomeni üzerindeki etkisinin romanın kendisinden bile fazla olduğunu gösteriyor.







Frankenstein vs. Baragon (Frankenstein Conquers the World), 1965, Ishirô Honda


50’ler ve 60’larda canavar filmlerinin merkezi artık ABD’deki Universal Stüdyoları değil, Japonya’daki Toho Stüdyoları’ydı. Bu stüdyo da sinemanın en ünlü ve en ikonik canavarı olan Frankenstein’ın canavarına ilgi göstermekte gecikmedi. 60’ların başlarında Frankenstein vs. the Human Vapor, Frankenstein vs. Godzilla gibi filmler planlasalar da bu projeler hayata geçmedi. Toho Stüdyoları’nın ilk ve tek Frankenstein filmi, hayata geçmeyen Frankenstein vs. Godzilla treatmanından faydalanan Frankenstein vs. Baragon oldu.


Bu filmde Frankenstein, organlardan diktiği bedeni elektrikle canlandıran Alman bir bilim insanı. İsviçreli değil Alman olması haricinde buraya kadar her şey romana sadık. Romandan uzaklaşılmaya başlanan nokta, Nazi bilim insanlarının bu canavarın kalbi üzerinde araştırma yapmaya devam etmesi. Müttefikler Almanya’ya girince Naziler bu kalbi savaşmaya devam eden tek Mihver devlet olan Japonya’ya yollar. Ancak kalbin Hiroşima’daki askeri laboratuvara ulaştığı gün atılan atom bombasıyla bu laboratuvar da tüm Hiroşima’yla beraber kül olur. 15 yıl sonra Hiroşima’da hayvanlar öldürülmeye başlar. Onları yiyenin Frankenstein’ın kalbiyle oluşan bir canavar olduğu ortaya çıkar. Bu canavar sürekli büyür, sonunda  bir kaiju boyutuna gelir.



Frankenstein’ın Nazi olması veya en azından Nazi bilim insanlarına öncülük etmesi ilk bakışta kulağa absürt gelse de filmde hiç eğreti durmuyor çünkü Naziler Frankenstein’ın deneylerine benzer ama çok daha korkunç deneyler yaptı, üstelik bu deneylerde cesetleri değil insanları kullandı. Ancak filmde asıl bilim insanı temsili Nazi bilim insanları değil, filmin ana karakterleri olan Amerikalı ve Japon bilim insanları. Bu karakterler önceki Frankenstein filmlerindeki bilim insanı karakterleri gibi korkulan ve yadırganan kişiler değil; tam aksine ordunun danıştığı, medyanın röportaj yaptığı saygın insanlar. Bu, çılgın bilim insanı arketipindeki gerilemenin göstergesi; artık daha gerçekçi bilim insanı karakterleri de perdede kendilerine yer bulabiliyor. Fakat sosyal olarak daha çok kabul görseler de hâlâ “Frankenstein’ın canavarı öldürülmeli mi?” ve “Canavarın insan yapımı olması onu insan kabul etmemek için bir sebep mi?” gibi çok büyük etik ikilemlerle muhatap oluyorlar. Hatta filmin bir noktasında sadece canavarın Frankenstein’ın canavarı olup olmadığını tespit edebilmek için kollarını ve bacaklarını kesmeyi bile değerlendiriyorlar. Yani aslında 30’lardan beri bilim ve bilim insanları makulleşmedi hatta tam tersine etik değerleri azaldı, sadece seyircinin bilime ve bilim insanlarına karşı tavrı değişti.


Canavarın alın makyajı Universal’ın canavarını andırsa da başka pek bir fiziksel benzerliği yok, zaten olmasının önünde telif hakkı engeli var. Ancak filmde 1931 yapımı Frankenstein’ın etkilerini görmek mümkün. Bu filmde de canavar olduğundan daha saldırgan sanılıp hedef gösteriliyor, hatta gerçekten saldırgan olan başka bir canavar Baragon’un yarattığı yıkım da Frankenstein’ın canavarına mal ediliyor.


The Curse of Frankenstein, 1957, Terence Fisher & Flesh for Frankenstein, 1973, Paul Morrisey


İkisi de 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Avrupa’da çekilen bu iki film, birtakım ortak özellikleri sebebiyle birlikte incelenebilir. En vahşi, en kibirli ve en sapkın iki Frankenstein bu iki filmdeki Frankenstein’lar. Canavarları için organları sadece cesetlerden değil insanlardan da sağlarlar, yani deneyleri için cinayet işlerler. Ne cinayet işlerken ne de deneylerinin herhangi bir aşamasında tereddüt ederler. Flesh for Frankenstein’daki Frankenstein’ın sadece yöntemleri değil amacı da korkunç. Başka hiçbir Frankenstein en baştan bir de kadın canavar yaratmayı planlamaz, canavarın (veya Dr. Pretorius’un) isteği üzerine bunu değerlendirir. Flesh for Frankenstein’da ise Frankenstein üreyip bir ırk dünyaya getirmeleri beklentisiyle en baştan bir erkek bir kadın canavar yaratır. Hatta üremeleri konusunda bir sorun çıkmaması için aktif cinsel hayatı olan birinin beynini arar. Bu ırkın, yaratıcıları olarak kendisine itaat etmesini umar. The Curse of Frankenstein’da da Frankenstein benzer şekilde canavarını kendi emirlerine itaat edecek şekilde eğitir. Ayrıca iki Frankenstein da romanda ve önceki film uyarlamalarındaki nişanlısını seven sadık partner profilinin çok uzağında. The Curse of Frankenstein’daki Frankenstein nişanlısını hatta nişanlılarını aldatırken Flesh for Frankenstein’daki Frankenstein ise yaptığı kadın bedenine tecavüz eder.


Frankenstein’ın özdeşleşilebilecek bir karakter olmaktan çıkarılıp soğukkanlı bir katile dönüştürülmesi onu bir korku unsuru hâline getiriyor. The Curse of Frankenstein’da filmin korku yükünü canavarla beraber yarı yarıya,  Flesh for Frankenstein’da ise tamamen üstleniyor. Bu durum The Curse of Frankenstein’ın devam filmlerinde de korunuyor. Universal serisinin aksine bu serinin merkezinde canavar değil Frankenstein var, Universal serisinde her filmde farklı bilim insanları canavar üzerinde deneyler yaparken bu seride ise Frankenstein her filmde farklı canavarlar yaratıyor.



Peki Frankenstein’ın korkutucu olması için soğukkanlı bir katil olması şart mı? 19. yy. okuru için Frankenstein 20 ve 21. yy. seyircisi ve okuru için olduğu gibi empati yapılabilir bir karakter miydi, yoksa bir korku unsuru muydu? Frankenstein’ın en çok tepki çeken iki fiili mezar hırsızlığı ve yeni bir canlı yaratarak tanrıyı oynaması. Mezar hırsızlığı, ölünün ve yakınlarının rızası dışında gerçekleştiği için bugün hâlâ hem hukuki hem de ahlaki olarak suç. Ancak eskiden sakıncası bundan ibaret değildi, ahiret inancı ve insan bedenine atfedilen kutsiyetle de ilişkiliydi. Bundan dolayı organ bağışına da, rıza dahilinde gerçekleşse bile, şüpheyle yaklaşılıyordu. Bugün artık bu düşünce pek yaygın değil. Frankenstein mezar hırsızlığı yapmak yerine vasiyetinde organlarını bilimsel deneylere bağışlayan bir ölünün organlarını kullansaydı yaptıkları bugün birçok kişi tarafından sakıncasız bulunurdu. Yeni bir canlı yaratma fikri de benzer şekilde şirk, küfür olarak görülüyordu. Bu yüzden de romanın tam adında tanrıların koyduğu bir kuralı çiğnediği için sonsuz azaba mahkum olan Prometheus’a atıfta bulunuluyor. Ancak 60’lar itibariyle insanlık bu tabuyu aşmış, henüz memeli olmasa da kurbağa ve balık klonlamayı başarmıştı. Özetle Frankenstein eskiden Tanrı’ya karşı suç işleyen bir kâfirdi ve roman buna rağmen onu özdeşleşilebilir kılmak için pişmanlığını kullanıyordu. Artık buna gerek olmadan da özdeşleşilebilir bir karakter. Bu iki film, Frankenstein’a romanda olmayan özellikler ekleyerek onu tekrar rahatsız edici bir hâle getiriyor.


Bu iki filmin başka bir ilginç benzerliği ise Frankenstein hikayesindeki sosyal sınıf temasını belirginleştirmeleri. Frankenstein romanda ve tüm film uyarlamalarında varlıklı bir aileden gelir. İyi bir eğitim alıp bu deneyleri yapabilmesini sağlayan şeyin ailesinin durumu olduğu çıkarsanabilse de roman da önceki film uyarlamaları da bunu söylemez, ima bile etmez. Aynı şekilde, yoksul kişilerle arasında bir kontrast da yaratılmaz. Örneğin önceki film uyarlamalarında Frankenstein’ın nişanlısı Elizabeth’in geçmişinden ve sosyoekonomik durumundan hiç bahsedilmez, sadece Frankenstein’ın nişanlısıdır. The Curse of Frankenstein’da ise Elizabeth, Victor Frankenstein’ın kuzeni. Victor ömrü boyunca yoksul teyzesine para yollar ve Elizabeth minnet borcundan dolayı kendisini Victor’la evlenmek zorunda hissettiğini Victor’ın hocası ve laboratuvar asistanı olan Paul’e açıkça söyler. Flesh for Frankenstein’da diğer her şey gibi sosyal sınıf anlatısı da abartılı ve mizahi. Frankenstein’ın işlediği cinayetleri kendince meşrulaştırma şekli cinayetleri bilim için işlemesi değil, öldürdüğü kişilerin önemsiz köylüler olması. Ayrıca filmin Frankenstein konağında geçen sahnelerinin, burjuva eleştirileriyle ünlü olan Bunuel’in filmlerini anımsatan bir sanat yönetmenliği var. İki ucunda oturanların birbirini duymakta zorlanacağı uzunlukta yemek masası, altın kafesteki kuş ve diğer tüm gereksiz, şatafatlı eşyalar film boyunca göze çarparak ailenin bir burjuva ailesi olduğunu hatırlatıyor.



Frankenstein romanı, Milton’ın Kayıp Cennet’inden üç dizeyle başlıyor: “Ey Yaratan, ben mi istedim, çamurumdan / Beni, insanı yoğur diye, ben mi yakardım sana / Karanlıktan beni çıkart diye?”  Var olmaya rıza göstermeden yaratıldığı için Adem’in Tanrı’ya sitemi olarak yazılmış bu cümleler, Frankenstein ve canavar arasındaki ilişkiye de paralel. Ancak canavarın Frankenstein’a siteminin var olmaya rıza göstermeden yaratılması üzerine değil, çirkin bir surette yaratılıp yalnızlığa mahkum edilmesi üzerine olması ve kendisine bir de eş yaratırsa Frankenstein’la hesabının kapanacağını söylemesi bu paralelliği zayıflatıyor. Flesh for Frankenstein’da ise canavarlar, boyunlarında ve bileklerindeki dikişlere rağmen hiç de çirkin değiller. Üstelik onlar bunu talep bile etmedikleri hâlde bir çift olarak yaratılmışlar. Dolayısıyla Frankenstein’la zıtlaşma sebepleri de çirkinlik ve yalnızlık değil, üzerlerinde yapılan deneylere rıza göstermemeleri ve özgürlükleri. Tabii Flesh for Frankenstein’ın bu temaları derinlikli şekilde işlediği söylenemez, zaten böyle karikatürize bir filmin bu kadar büyük temaları derinlikli şekilde işlemesini beklemek de haksızlık olurdu. Yine de bu film, The Skin I Live in (2011) ve Poor Things (1992 & 2023) gibi çılgın bilim insanıyla güzel ama tutsak kurbanı arasındaki çatışmayı daha derinlikli işleyecek eserlere öncülük ediyor.


Frankenweenie, 1984, Tim Burton


İsminin de ima ettiği üzere, bu filmde Victor Frankenstein küçük bir çocuk. En yakın dostu ve köpeği olan Sparky bir trafik kazasında ölünce toparlanamaz. Fen dersinde öğretmeninin elektrik vererek ölü bir kurbağayı hareketlendirmesi aklına bir fikir getirir. Dostu Sparky’nin cesedini mezardan çıkarıp tıpkı önceki Frankenstein’lar gibi elektrikle canlandırır.



Diğer Frankenstein’ların aksine bu Frankenstein’ın yaşamın ve ölümün sırlarını çözmek gibi soyut ve devasa arzuları yok, tek isteği tekrardan dostu Sparky’ye kavuşmak. Bu kadar pragmatik bir Frankenstein, bilimin seyirci gözünde simyadan tamamen uzaklaşıp mühendisliğe yaklaşmasının göstergesi. Ayrıca orijinal hikayenin temel kısımları korunmasına rağmen Frankenstein’ın bu kadar sempatik olması da Frankenstein’ın toplumdaki karşılığının zaman içinde değiştiğinin doğrulaması. Tim Burton, bu değişim karşısında Paul Morrisey ve Terence Fisher’ın yaptığı gibi Frankenstein’ı tekrar korkunçlaştırmak yerine sevimlileştiriyor.


Mary Shelley’s Frankenstein, 1994, Kenneth Branagh


Filmin ismi, tıpkı 2 sene önce aynı stüdyonun yapımcılığını yaptığı Bram Stoker’s Dracula gibi, romana sadık kalmayı vaat ediyor. Birkaç ekleme ve değişikliğe rağmen, gerçekten de Frankenstein (1992) ve Frankenstein (2004) ile beraber romana en sadık üç film uyarlamasından biri. Ancak kendisinden önceki tüm Frankenstein filmlerinden de izler taşıyor.


Roman, canavarın tam olarak nasıl canlandırıldığını açıklamaz. Bu kısım Frankenstein’ın kendi ağzından anlatılır ve “Hevesli hâlinden, merak ve ümit dolu bakışlarından sırrımı öğrenmek istediğini anlıyorum dostum, ancak söyleyemem.” denerek canavarın canlandırıldığı kısım atlanır. Dolayısıyla romana sadık kalmaya çalışan bir uyarlama olsa da filmin canavarın canlandırılma sahnesiyle ilgili serbest bir alanı var ve film bu alanı iyi kullanıyor. Canavar yine elektrikle canlandırılıyor ancak elektrik canavara bir sedyenin üzerindeyken değil bir su tankının içindeyken veriliyor. Bu su tankı bir bakıma rahmi replike etmekle beraber 1910 yapımı Frankenstein filmindeki fırın benzeri tanka da bir gönderme.


Canavarın tasarımı orijinal ve başarılı, gerçekten de farklı parçalar dikilerek bir araya getirilmiş gibi gözüküyor. Tıpkı The Curse of Frankenstein’daki canavar gibi iki gözü birbirinden farklı renkte. Ancak bu The Curse of Frankenstein’daki gibi bir gözünün kör olduğunu değil, iki gözün iki farklı bedenden alındığını düşündürüyor. Robert De Niro iyi bir canavar performansı sergilese de onun Robert De Niro olduğunun farkında olmak zaman zaman eğreti hissettiriyor, daha ünsüz bir oyuncu tercihi daha iyi olabilirmiş. Ayrıca filmdeki tiyatral performanslar arasında en sinematik performans Robert De Niro’nunki.



Filmin hikayeye yaptığı en önemli ve en bariz ekleme, Elizabeth öldükten sonra Frankenstein’ın onu tıpkı canavarı canlandırdığı gibi canlandırması. Canlandırdıktan kısa süre sonra canavar gelip Elizabeth’le beraber olmak ister. Bunun üzerine kendini Frankenstein’la canavar arasındaki bir kavganın ortasında bulan Elizabeth, korkup intihar eder. Bu olaylar neredeyse birebir şekilde Roger Corman’ın Frankenstein Unbound (1990) filminden alınma. Ancak Frankenstein’ın organları birleştirerek yaptığı bir beden yerine sevdiği ve kaybettiği birinin cesedini canlandırması fikri esasen Frankenweenie’den alınma. Bugünden bakınca “Romanda neden bahsi bile geçmemiş?” diye düşündürecek kadar mantıklı bir fikir. Sonuçta yaşamın ve ölümün sırlarını çözmek, eğer bu sırlar hayatının aşkı öldüğünde dahi kullanılamayacaksa neye yarar?


Bir Popüler Kültür İkonu Olarak Frankenstein(‘ın Canavarı)


Frankenstein, daha çok da Frankenstein’ın canavarı, sadece korku ve bilim kurgu filmlerinde yer almakla kalmayıp onlarca eser ve üründe karşımıza çıkan bir popüler kültür ikonuna dönüştü. Örneğin sonradan birçok spin-off filmi de çekilen Munsters (1964-1966) adlı sitcom’da Frankenstein’ın canavarı bir aile babası. Monster Squad (1976) ve Drak Pack (1980) dizileri ile DC’nin Creature Commandos çizgi romanları ise Frankenstein’ın canavarını suçla savaşan bir süper kahraman olarak kullanıyor. Ayrıca aralarında bu üç eserin de bulunduğu birçok eserde Frankenstein’ın canavarına kısaca Frankenstein deniyor. Dolayısıyla Frankenstein’ın popüler kültürdeki karşılığı Frankenstein’ın canavarı hâline geliyor.





Frankenstein(’ın canavarı) Groovie Goolies (1970-1971), The Mad, Mad, Mad Monsters (1972) ve Hotel Transylvania serisi (2012-2022) gibi öncelikli hedef kitlesi çocuklar olan çeşitli animasyonlarda da karşımıza çıkıyor. Ayrıca Barbie’nin yaratıcısı Mattel’ın 2010’dan beri Monster High franchise adıyla ürettiği oyuncaklar arasında Frankenstein’ın canavarının kızı Frankie Stein’ın oyuncakları da var. Orijinalinde bir korku karakteri olması bu durumu ilginç kılsa da Frankenstein’ın canavarı her çocuk için çok özdeşleşilebilir bir karakter çünkü kelimenin tam anlamıyla yeni doğmuş ve tıpkı çocuklar gibi dünyayı keşfetmeye çalışıyor. Bu konuda yaratıcısının ilgisine ve sevgisine muhtaç olması, Frankenstein ve canavar arasındaki ilişkiyi bir ebeveyn-evlat ilişkisine benzer kılıyor. Canavarın bu masum ve çocuksu yönünü sadece animasyonlar kullanmıyor, The Monster Squad (1987) ve Van Helsing (2004) gibi filmler de bu yönüyle Frankenstein’ın canavarını diğer canavarlardan ayırıyor. İki filmde de Dracula’nın liderliğindeki kötücül canavarlara karşı Frankenstein’ın canavarı insanların safında yer alıyor.



Bu yılın en çok beklenen filmlerinden biri Guillermo del Toro’nun yazıp yönettiği Frankenstein (2025) filmi. Yani hâlâ Frankenstein uyarlamaları çekilmeye devam ediyor. İnsanlığın kibri ve tanrı kompleksi, zenofobi ve ön yargı, rıza ve özgürlük, eylemlerin sonuçları ve bu sonuçların sorumluluğunu almak gibi kavramlar tartışılmaya devam ettikçe de Frankenstein’ı doğrudan uyarlayan veya Frankenstein'dan etkilenen filmler çekilmeye devam edecek.




Comments


  • Grey Twitter Icon
  • Grey Instagram Icon

© 2020 by BÜ(S)K

Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü

bottom of page