Emin Alper’in bu sene Cannes’da gösterdiği “Kurak Günler” filmi ile eşcinsellik temasının işlendiği Türk filmlerine bir yenisi daha eklendi. Alper’e göre film, ülkedeki homofobiyi yansıtmaktaydı. Alper’in kendisi “Ancak son üç ya da dört yılda homofobi Türkiye’de bir tür devlet politikası haline geldi. Halk arasında homofobinin yaygın olmasının yanı sıra devlet homofobik bir politika geliştirdi, özellikle yeni dijital platformlara karşı. Eşcinsel bir karakterin olduğu ‘If Only /Şimdiki Aklım Olsaydı’ dizisiyle ilgili yoğun baskı yaptılar. Bu birçoğumuzu öfkelendirdi. Çünkü beş yıl önce bu mesele olmazdı. LGBT karakterler kısmen özgürdü. Ancak hükümetin seçim tabanını güçlendirmek amacıyla muhafazakar bir gündem oluşturmak için aniden bu konuyu gündeme getirdiler.” açıklamasını yaptı. Homoseksüellik temasının filmin ilk taslağında bulunmadığını da ifade ederek, son zamanlarda artışını gözlemlediği homofobiyi de hikayeye dahil ettiği ve hikayeye farklı bir boyut kattığı söyleminde bulundu.
LGBT+ temalı filmlerin ve dizilerin sayısı, Netflix gibi birçok platformda ve başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere pek çok ülkede oldukça arttı, hatta bazı kesimlere ve kişilere göre LGBT+ artık filmlerin ve dizilerin “pazarlama stratejisi” haline geldi. Fakat, Türkiye’nin de içinde olduğu birçok ülkede LGBT+ yasaklı unsur olarak görülüyor ve her bahsi geçtiğinde belli kesimlerden tepki almaya devam ediyor. Emin Alper’in “Kurak Günler” filmi de bu tepkinin en güncel örneği.
LGBT+ temalı Türk filmleri denildiğinde birçok kişinin aklına şüphesiz dönemine damga vuran Mahsun Kırmızıgül “Güneşi Gördüm” filmi gelecektir. Filmde trans karakter Kadri’yi oynayan Cemal Toktaş gelen rol teklifini hiç düşünmeden kabul ettiğini söylüyor ve verdiği bir röportajda “Kabul görmemeleri beni çok üzdü… Kadın ve erkeğin kimyası çok farklı ama travestilerin bambaşka. Bazıları tanrılarının afrodit olduğuna inanıyor. Irk olarak bakıyorlar. Öyle kötü şartlarda yaşıyorlar ki psikolojik olarak da bitmişler. Kimisi var ailesiyle görüşemiyor. Ailesine giderken erkek haline dönenler var, böyle hikâyeler de dinledim.” diyor. Filmdeki başka bir trans karakterin“Ayrımcılık çağ dışı, kötü. Bu ülkede özgürce yaşamak çok zor.” cümlesi ve devamında gerçekleşen “travesti diyalogu” transların ülkedeki kaderini özetler niteliğinde. Ayrıca, Kadri’yi trans karakterle gören abisinin “Senin karı gibi adamlarla ne işin var lan? Bizden karı gibi adamlar çıkar mı lan?” demesi ve Kadri’yi dövmesi de Türk toplumunun translara karşı bakışını da özetlemekte.
Peki Türk filmlerinde LGBT ‘nin serüveni nasıl başladı, nasıl ilerledi?
Türk sinemasında görülen ilk LGBT+ unsuru cumhuriyetin kurulduğu yıla, 1923’e tekabil ediyor. 1923’te Muhsin Ertuğrul’un yönettiği “Leblebici Horhor” filminde trans karakterler yer alıyor. Film kendi ülkesi olan Türkiye’de bile pek fazla bilinmiyor, sessiz sedasız çekiliyor. Fakat film, Venedik 2. Uluslararası Film Şenliği’nde onur belgesi alıyor, ne yazık ki, bu olay da döneminde konuşulmuyor. Ayrıca bu film, içerdiği unsurlar ve karakter özelinde döneminin çok ilerisinde ve Türk sinemasına yurt dışından gelen ilk ödülü kazanıyor. Tekrardan ne yazık ki, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere gibi ülkelerde LGBT+ temalı filmlerden, en azından LGBT+ unsurlarına az çok yer verilmesinden epey geç olarak Türkiye sinemasında LGBT+ unsurlarının ikinci kez görülmesi ancak otuz dokuz yıl sonra, 1962 yılındaki “Ver Elini İstanbul” filminde gerçekleşiyor. Bu film ile birlikte ilk kez bir Türk filminde iki kadının öpüşme sahnesi görülüyor.
“Ver Elini İstanbul” filmi ile başlayan LGBT+ unsurlarının dahil olduğu Yeşilçam filmleri serüveninde on altısı lezbiyenlik, ikisi eşcinsellik, biri translık ile ilgili olmak üzere on dokuz film bulunmakta. “Ver Elini İstanbul” filminin senaryosunun arkasında “Ali Kaptanoğlu” takma adıyla “Attila İlhan” var. Filmde bahsi geçen lezbiyen öpüşme sahneleri ise dönemin sansür heyeti tarafından kesiliyor. Attila İlhan’ın ise bu öpüşme sahnelerinin kesilmesine iğneleyici bir cevabı var: “Sansür Kurulu'nda seyretmişler, çok da beğenmişler! Sonra da 'Kesin bu sahneleri' demişler.”
Sansür olayından bir sene sonra, 1963 yılında, Atıf Yılmaz’ın “İki Gemi Yanyana” filminde ikinci kez iki kadın öpüşmesi gerçekleşiyor. Atıf Yılmaz’a göre bu öpüşme Türk sinemasında halkın bu tarz sahnelere ne tepki verdiğini ölçmek için yapılan bir nabız yoklaması. Yeşilçamın benzer konu çerçevesinde işlenen üçüncü filmi “Haremde Dört Kadın” ise senaryosu Kemal Tahir’e ait olan, Osmanlı yaşamının baskısı altındaki lezbiyen yaşamı anlatan film. Film “Antalya Altın Portakal Film Festivali” sırasında büyük bir protestoya maruz kalıyor ve gösterilmesi engellenmeye çalışıyor. Hatta öyle ki, Antalya Emniyet Müdürü bu olaylar olurken sahneye çıkmak durumunda kalıyor ve jürinin bu protesto edilen filmi birinci seçmeyeceğini söylüyor.
Erkek eşcinselliğinin anlatılması kadın eşcinselliğinden bir hayli geç olarak yirmi yıl sonra gerçekleşiyor, bu döneme kadar erkek eşcinselliği yan karakterler çerçevesinde güldürü unsuru olarak feminen erkeklerle gösteriliyor. Erkek eşcinselliğinin anlatıldığı ilk iki filmin başrolünde Bülent Ersoy var. 1960 yapımı “Beddua” adlı filmde henüz cinsiyet değiştirmemiş olan Ersoy, çocukluğunda tecavüze uğramış ve hayatı baba dayağı ile geçmiş bir karakteri canlandırıyor. Oynadığı 1981 yapımı “Şöhretin Sonu” filmi ise eşcinselliğe oldukça sığ bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Bülent Ersoy’un oynadığı “Bülent” karakterinin eşcinsel olmasının sebebini çocukken oynadığı oyuncak bebekler ve ilgi duyduğu makyaj malzemeleri olarak gösteriyor film. Filmdeki karakter “Bülent” gazinoda assolistlik yaparken tepkiler sonucu tekrardan erkek olmaya karar veriyor ve kadın olma düşüncesinin “sapkınlık” olduğunu kabul ederek Türk toplumundan ve babasından Türk basını önünde özür diliyor. Erkek eşcinselliğinin geçtiği üçüncü filmin başrollerinde ise Kadir İnanır ve Kerem Tunaboylu bulunmakta. 1989 yapımı “Acılar Paylaşılmaz” adlı film eşcinselliği sığ bir bakış açısıyla anlatmaya devam ediyor. Filmdeki eşcinsel karakter Sinan’ın eşcinsel olma sebebi ebeveynleri boşandıktan sonra annesiyle yaşamaya devam etmesi ve babasını görmemesi olarak gösteriliyor.
Transgender bireyler ise 1923 yapımı “Leblebici Horhor” filmi sayılmadığında Türk sinemasında en geç gösterilen LGBT+ unsuru. 1970’lerden itibaren trans bireyler filmlerde cinsel kimlikleri gizlenerek yer almaya başlıyor. Trans bir bireyin kimliği gizlenmeden gösterildiği ilk film ise Orhan Oğuz’un 1993 yapımı “Dönersen Islık Çal” filmi. Film toplum tarafından dışlanan ve ötekileştirilen bir cüce ve bir trans bireyin dostluğunu anlatıyor. Bu filmle birlikte Türk sinemasında trans bir birey ilk defa yan rol değil ana karakter olarak görülüyor. Atıf Yılmaz’ın 1993 yapımı “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar” filmi ise LGBT’nin birçok unsurunu aynı anda ve ilk defa yüzeysel olmadan göstermesi bakımından oldukça önemli bir film. Film sayesinde eşcinsellik Türk sinemasında ilk kez yanlış, yasaklı, engellenmesi gerekilen ve aşağılanan bir şey olmaktan çıkıp gerçek bir yüz olarak sahneye çıkıyor. Film trans bireylere, seks işçilerine, toplumun alt kesimlerine, eşcinsellerin para kazanma ve var olma mücadelesine eş zamanlı yer veriyor. Beklendiği üzere de film fazlasıyla sansüre uğruyor, gösterimi sırasında pek çok sahne kesiliyor, bazı sahneler de mozaiklenerek gösteriliyor. Ferzan Özpetek’in 1997 İspanyol-İtalyan-Türk ortak yapımı eşcinsel dostluğu anlatan “Hamam” filmi ise çok ilginç bir tepkiyle karşılaşıyor. Filmin Antalya Film Festivali’nde ödül almasından sonra hamamcılar ayağa kalkıyor ve filmi protesto etmek için yürüyüş yapıyorlar.
Türk Sinemasının ilerleyen süreçlerinde eşcinselliği -bir bakıma- konu edinen veya “Ağır Roman” filminde Orhan karakterinin, yani Küçük İskender’in, en yakın arkadaşı Salih karakterine aşık olması gibi eşcinselliği yer yer gösteren birkaç film daha bulunmakta. Fakat, diğer ülkelerin kuir sineması konusundaki gelişimine ve bu konuya gösterdiği öneme göre oldukça eksik sayıda ve, 2022 yılında bile aldığı tepkilere bakacak olursak böyle devam edecek gibi.
Tüm sansür ve tepkilere rağmen yazıda son bahsedilen 1997 yapımı “Hamam” filminden sonraki yirmi beş yıllık süreç içerisinde LGBT+ temalı filmler arasında oldukça özel bir yere sahip olan gerçek bir hikayeden beslenmiş bir film bulunmakta: Zenne. 2011 yapımı “Zenne” filmini bu denli önemli yapan; 2008 yılında konuşulan ama asla yeterince konuşulmayan Ahmet Yıldız’ın hikayesinden esinlenmiş olması. 15 Temmuz 2008 yılında eşcinsel olduğu için babası tarafından öldürülen Yıldız’ın hikayesini yine Doğulu muhafazakar bir ailenin çocuğu olan ana karakter “Ahmet” üzerinden anlatan film 2011 senesinde beş ödülle senenin en çok Altın Portakal alan filmi oluyor. Filmin yönetmenleri Yıldız’ın kendi arkadaşları Caner Alper ve Mehmet Binay. Filmde gece kulübünde zennelik yapan Can karakteri ve Alman fotoğrafçı Daniel karakteri de bulunmakta. Film doğu töresi, askeri heyette eşcinsellerin yaşadığı problemler, fiziksel özürlülük, cinsel istismar gibi konulara da değiniyor. Ahmet filmin sonunda zenne olmasını şiddetle eleştirdiği Can gibi bir zenneye dönüşüyor. Zenne filminin gerçek bir hikayeden esinlenmiş olması ve Yıldız’ın Türkiye’de eşcinsellik üzerinden namus cinayetine kurban giden biri olması hikayeyi daha da trajik ve etkileyici yapıyor. Filmde Can’ın annesinin oğlunu her şekilde kabullenmesine, her şeyden çok sevmesine ve “Ben sizi dünyalara değişmem.” demesine karşı Ahmet’in annesinin Ahmet’ten utanışı, hatta tiksinişi de ailenin insanın varoluşunu ne kadar etkilediğini ve kimliklerin belirlenmesinde ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ayrıca, ülkenin görülmeyen, konuşulmayan, arkada kalan kesimlerini tüm çıplaklığıyla ve gerçekliğiyle anlatması bakımından da kesinlikle izlenmesi gerekilen etkileyici ve vurucu bir film.
Türkiye’nin genelinde homofobik bir ülke olduğunu ve halen süren sansür gerçeği göz önünde bulundurulduğunda LGBT+ temalı filmlerin ilerleyişinin bu denli yavaş olması kaçınılmaz ve oldukça doğal. Hatta, yer yer ve zaman zaman LGBT+ unsurlarının filmlerde gösterilmesinin duraklama ve gerileme dönemine gittiği de söylenebilir. Fakat, 1923’te Muhsin Ertuğrul’un başlattığı serüvenin şimdilik son halkası olan Emin Alper’in 2022 “Kurak Günler” filmindeki direnişi ve mücadelesi gibi birçok yönetmen ve oyuncu da gelecekte şüphesiz bu mücadeleyi sürdürmeye ve ilerletmeye devam edecektir ve LGBT’nin Türk sinemasındaki bu mücadelesi, yani onur yürüyüşü de yaklaşık yüz yıldır olduğu gibi süregelmeye devam edecektir. Son olarak, başlıkta da dendiği gibi: Buralardan birkaç lubunya geçti! Onur Ayı’nız kutlu olsun!
Kommentare