“İyi filmler kötü kitaplardan uyarlanır” der Alfred Hitchcock. İddiasını kitaplardan uyarladığı başarılı filmlerde de defalarca kanıtlamıştır. Bu söz, filmle edebiyat arasındaki ontolojik farklılıktan ileri gelir. Edebiyat, sıklıkla betimlemelere başvursa da düşünsel niteliğiyle zenginleşen ve derinleşen, hatta aksiyonun daralıp düşünsel yönünün genişlemesiyle edebi ve teknik olarak daha fazla değer gören bir sanattır -Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’de Madeleine kurabiyesinin izinde sayfalarca çocukluk anılarına dalışı veya Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ta ışık saçan bir kitapla beraber yaşama sürüklenişi örnek gösterilebilir. Film ise ilk anından itibaren hareketli bir yapıya sahiptir, aksiyona dayanır ve anlatısını buradan kurar. Hitchcock’un söylediği gibi iyi filmlerin kötü kitaplardan uyarlanması da kötü kitapların düşünsel derinlikten görece uzak fiziksel aksiyona dayalı anlatılar inşa etmesinden kaynaklanır. İşte bu yüzden edebiyatın önde gelen eserlerinin uyarlamaları pek çok defa başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bugün burada ele alacağımız Zeki Demirkubuz’un Yazgı filmi de elini böylesi bir zor taşın altına sokuyor. Varoluşçu Edebiyatın temel eserlerinden biri olan, ardından yazılan Sisifos Söyleni’yle beraber Varoluşçu Felsefenin de ilan metinlerinden biri olan, Albert Camus’nün Yabancı’sı aksiyon temelli bir romandan daha çok öteki türlü, düşünsel bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Bu da elimize uyarlanması, sinemaya aktarılması oldukça zor bir anlatı bırakıyor. Bu yazıda “Uyarlama Filmler” dosyasının içerisinde Demirkubuz’un Yazgı filmini inceleyerek bu zor metnin uyarlanma girişimini ele alacağız.
Camus’nün Yabancı’sı meşhur “Bugün annem öldü ya da dün hatırlamıyorum” cümlesiyle başlar. Cezayir’de bir ofiste çalışan Meursault, bu haberin ardından sıcak bir günde annesinin kaldığı ovadaki hasta bakım evine gider. Ölüme karşı durgun, sıcağa karşı bıkkın haldedir -ki buradaki tavırları sonrasında başına çokça bela olacaktır. Meursault evlat sorumluluğunu tamamladıktan sonra evine ve gündelik yaşamına geri döner. Ne bu ölümün ne de bundan sonra yaşanacak başka bir olayın karakterimizi duygusal olarak etkilemediğini görürüz. Tam tersine fiziksel uyarıcılar, şoklar daha büyük etkide bulunur. Sıklıkla hayata karşı tavırsız ve tepkisiz olan Meursault, yer yer attığı küçük adımlarla yaşama dair sahip olduğu bir yönü de içinde barındırır. Ancak bu yön asla tamamen ortaya çıkıp karakterimizi kaplamaz ve bu tomurcuklara rağmen karakterimizin gündelik itkilerle hareket etmeye devam eder. Bu itkilerin sonucu olarak elinde silah, karşısında arkadaşının peşinde olan bir Arap ve sıcak havanın birleşimiyle neden olduğunu kendisinin bile kavrayamadığı şekilde bir cinayet işler. Bu anlaşılamayan cinayetin davası da anlaşılmaz şekilde yürütülür. Meursault cinayetten değil de annesinin cenazesinde yeterince üzgün bir evlat olmamasından yargılanır gibidir. Ve bu tüm kendisine dair toplanan deliller ve görüşlerle kendisinin de beklemediği şekilde ölüm cezasına çarptırılır. Karakterimiz ölüme giderken hem kendine hem de giyotin öncesi ziyaretçisi papaza karşı ömürlük depresyon halinin öfke patlamalarını gösterir. Ancak bu patlamalar Meursault için geç ve nafiledir; o artık tüm hisleri ve hissizlikleriyle ölüm yolunu yürüyecek olan bir adamdır.
Meursault’nun Demirkubuz’un Yazgı’sındaki uyarlaması Musa’dır. Kitabın aksine annesiyle beraber yaşarlar ama kitaptaki gibi artık konuşacak bir şeyleri kalmamıştır. Musa bir sabah uyandığında annesinin uyanmadığını görür ve pek önemsemeden işe gider. Akşam işten eve geldiğinde de annesinin yataktan çıkmadığını görür ve kontrol ettikten sonra annesinin öldüğünü anlar. Ama hiçbir şey olmamışçasına ışığı kapatır, kahvesini demler ve sabahı bekler. Sabah olduğunda işe gidip patronuna durumu anlatır ve izin ister. Ölümün ardından Musa da kitapla paralel biçimde, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam eder, iş arkadaşıyla fiziksel yakınlık içine girer, belalı komşusuyla yüzeysel bir arkadaşlık kurar. Devamından ise kitaptan farklı olarak Musa’nın başı işlediği bir suçtan dolayı değil, bir yanlış anlaşılmadan dolayı derde girer. Patronunun ailesini öldürdüğü cinayet onun başına kalır, Musa buna ses etmez. Ancak patronunun yaşananları itiraf etmesiyle suçsuzluğu anlaşılır ve beraat eder. Ölümün etkilemediği Musa’ya bu yaşam kararı da pek etkilemez.
Kitabın ve filmin bu kısa özetlerini verdikten sonra filmin uyarlamasına girişebiliriz. Yazgı’ya ilk baktığımızda 1940’lar Cezayir’inde yaşayan Meursault’nun 2000’ler Türkiye’sindeki gümrük memuru Musa’ya dönüşümü yakın bir uyarlama olarak görülür. Benzerliklerin yanı sıra oluşturulan farklılıklar da yerelleştirmenin ve Demirkubuz’un autuer tercihlerinin bir parçasıdır. Musa, Türkiye’de pek olmayacağı için annesini bakımevine vermez, aynı evde yaşarlar. İş arkadaşı ve sonrasında sevgilisi, eşi olacak Sinem, evli patronuyla beraberdir. Musa evlendikten sonra bu durumdan hiçbir rahatsızlık duymaz. Bu tarz olay örgüsü temelli değişiklikler anlatıyı genellikle pek etkilememektedir ancak Demirkubuz’un yaptığı bazı tercihler, filmin kitaptan felsefi ve politik olarak farklı bir çizgi sunmasına sebep olur. Camus’nün Meursault’su da şüphesiz, hayattan duygusal olarak kopmuş, bıkkın bir karakterdir. Ancak Meursault hayata dair tüm bu tavırlarına rağmen bütünüyle edilgen bir karakter değildir. Yakalamak için giden kamyonun arkasından koşar, sevgilisi Marie’ye içinden gelen yakınlığı gösterir. Ufak anlarda da olsa yaşamı değiştirmek adına pozisyon alır. Bu karakteri Meursault’yu Musa’dan ayrı kılar. Musa ise tüm yaşama karşı donuk, tepkisiz haldedir. Yaşama dair hiçbir değiştirici tavırda bulunmaz. Bu yönü onu tamamıyla pasif ve edilgen biri kılar. Kitaptaki ve filmdeki cinayetin farkı da bunu ortaya koyar. Kitapta sıcağın başına vurduğu bir anda çektiği silahın ardından cinayetle yargılanırken filmde Musa’nın yanlış anlaşılma sebebiyle yargılandığı cinayet davasına itiraz etmediğini görürüz. Bu fark yaşama bakış anlamında iki farklı tutumu belirler. Bir yanda Camus’un absürt kavramının portresi olarak dünyanın bütün tutarsızlığına, çelişkisine karşın bilinçli -ya da bilinçli olmaya çalışan- insan Meursault varken diğer yanda Demirkubuz’un hayattan bağını koparmış, yaşayan bir ölü haline gelmiş, edilgen Musa vardır.
Kitap ile film arasındaki bu felsefi farkın en büyük sebebi -Demirkubuz’un politik/felsefi tercihinin yanı sıra- filmin, kitabın uzun bilinç akışlarını aktaramayıp metnini aksiyonlar ve diyaloglar çerçevesinde sıkıştırmasıdır. Varoluşçu edebiyatta sıklıkla başvurulan ve temel teşkil eden bilinç akışının Demirkubuz’un Yazgı’sında yer almayışı ve yönetmenin buna karşılık gelecek bir anlatı dili kurmakta başarısız olması, karşımızdaki safi eylemlere indirgenmiş ve o eylemlere karşı nasıl bir yaklaşımı olduğunu bilmediğimiz bir karakter portresi çizer. Bu da kitapta eylemsizlik haliyle birlikte buna dair düşüncenin yer alışına karşı filmde safi eylemsizlik olarak kurulan anlatıya, karakterimizi yalnız etmeme, yapmama durumuna indirgeyen güdük ve edilgen bir hikayeye sebep olur.
Estetik olarak özellikle filmin başında birkaç örnekle gördüğümüz yalnızlığın ve absürtlüğün sinematografisi -camların arkasında veya yansımalarla karakterimizi görmemiz örnek olarak verilebilir, filmin geneline yansımadığını ve uzun monologlar ve diyalogların, Demirkubuz’un filmografisinde sıklıkla görülen estetik ve teknik zayıflıklarla beraber resmedilişini görüyoruz. Yer alan bu monologlar ve diyaloglar da -çoğunlukla kitaptan birebir veya çok yakın halidirler- filmin kendi anlatısını sarkıtan ve eğreti sahnelere dönüşür. Ana karakterleri oynayan Serdar Orçin ve Zeynep Tokuş’un haricinde diğer karakterlerin kötü diyaloglar ve kötü oyunculuklarla -senaryonun etkisinin büyük olduğunu tahmin edebiliyoruz- sahnelendiğini görüyoruz. Filmin son üçte birini kaplayan; savcıyla, avukatla, cezaevi müdürüyle konuşmaları oldukça tiyatral ve gerçekçilikten uzak olarak izliyoruz. Burada artık filmin bir romanın uyarlamasından daha çok bir romana referanslar veren, altıntılar yapan eklektik bir eserin karşısında kalıyoruz. Cezaevi müdürünün son konuşmasındaki “Paris’te falan mı büyüdün? Ne bu tavırlar?” veya “Gençliğimde bir Fransız romanı okumuştum, onun kahramanı gibisin” sözleri de bu paralelde zayıf bir selam çakmadan öteye gidemiyor.
Albert Camus’nün Yabancı kitabının uyarlaması olan Zeki Demirkubuz’un Yazgı’sı felsefi olarak sapmış bir biçimiyle resmettiği karakterleri, zayıf inşa edilmiş anlatısı, materyalinin hakkını veremeyen estetiği, tiyatral kalan diyaloglarıyla beraber başarılı olamamış bir uyarlama denemesi olarak karşımıza çıkıyor. Tüm eksikliklerle beraber de bizi “Başarılı bir uyarlama nasıl, nasıl olmaz?” sorusu üzerine düşünmeye itiyor.
コメント