Zaza Urushadze’nin yazıp yönettiği Tangerines, orijinal adıyla Mandariinid, konu itibariyle Gürcistan-Abhazya savaşı yüzünden yerlileri tarafından terk edilmiş bir köyde kalan son iki yaşlı çiftçi Ivo ve Margus’un dostluğu ve iyileştirmeye çalıştıkları iki düşman asker üzerinden gelişen bir hikayeyi ele alıyor. 2013 Gürcistan-Estonya ortak yapımı olan film, sinemada Vietnam ya da İkinci Dünya Savaşı kadar işlenmeyen bir savaşı ele almasıyla öne çıkıyor. Karışık bir coğrafyada kaotik bir savaş ortamını ele almasına rağmen yönetmenin politik tarafsızlığı ile bütünleştiğinde evrensel duyarlılıkta bir eser çıkıyor ortaya. Savaşın toplumsal yıkımlarına uzaktan eleştirel bir bakış atarken, bireysel yıkıntıları üzerinde uzunca duran kurgusuyla da bu evrensel niteliği besliyor Z. Urushadze. Böylelikle filmde birçok açmazın vardığı ortak bir savdan da bahsedebiliyoruz: Savaşın tek kazananı yine savaştır.
Filmdeki politik tarafsızlık, tanıdığımız ilk karakter Ivo’nun gelişimi üzerinden de tanımlanabilir. Ailesi savaş başladığında Estonya’ya, memleketlerine dönerken, geçimini mandalina bahçelerinden kazandığı için köyde, evinde kalmak zorunda bırakılmış Ivo. Çatışmanın her iki tarafına da yabancı. Hümanist yanıyla, çatışmada yaralanan biri Çeçen biri Gürcü iki askere yardım eli uzatıyor. Evine alıyor, farklı odalarda iyileştirmeye çalışıyor. Bana kalırsa filmin en ayrıksı yanı da bu çatışma sahnesi haricinde neredeyse hiç savaş sahnesi içermemesi. Savaşın cephedeki vahşeti görsel anlatıya dahil edilmiyor. Ek olarak filmin çok küçük bütçelerle çekilmiş olmasıyla beraber samimi bir atmosfer hakim oluyor mandalina bahçelerinde. Özellikle askerlerin, Ahmed ve Niko’nun, ilk kez savaş ekseni dışında konuştukları anda hissediliyor bu samimiyet. Sade ama derin diyaloglar arasında Ahmed, Niko’ya ne tür müzikler dinlemeyi sevdiğini soruyor. Ve üçüncü bir sandalye de seyirci için varmışçasına “orada” hissedebiliyorsunuz. Ahmed, Gürcü askeri öldüreceğine ant içmesine rağmen hayatını borçlu olduğu adama bir söz veriyor: Bu evde kaldıkları sürece kimse birbirini öldürmeyecek. Ivo, Ahmed’e öldürme hakkını nereden aldığını sorduğunda “savaş” diye yanıtlıyor Ahmed. Ancak ikisi de aynı evde, iyileşmeye çabalayarak geçirdikleri zaman sonucu askeri ve milli kimliklerinden sıyrılmaya başlıyorlar. Ahmed önceleri savaşta arkadaşını öldürdüğü için Niko’ya kızgınken, artık salt savaş yüzünden birilerinin öldüğü gerçeğiyle yüzleşiyor. Ve ikilli arasında savaştaki “biz” ve “onlar” kavramlarını bulanıklaştıran dinamiğe sahip bir dostluk gelişiyor. Dinledikleri müzikler olmadan da ikisinin de buluşabileceği bir ortak nokta olduğuna inanmak istememize sebep olan bir dostluk… İkisi de Ivo’nun kızının duvarda asılı fotoğrafına benzer hislerle bakıyorlar, katıksız bir sevgiyle. Ahmed ve Niko’ya savaş öncesi gerçekliği, güzelliğin varlığını hatırlatan fotoğraf seyirciye de olası bir ortak payda sunuyor: Sevgi.
Tüm bu geçiş evresine sınırlı bir alanda “savaşın içinde bir barış ihtimaline” alan açan Ivo’nun evinden tanıklık ediyoruz. Gergin bir dinginlikle geçiyor zaman Ivo’nun evinde. Margus’un adlandırmasıyla “narenciye savaşı” köye tekrar uğradığında ise beklenmedik bir olay oluyor. Evde Gürcülerin saklandığından şüphelenen komutan kontrole geldiğinde Niko’nun dilsiz bir Çeçen askeri olduğuna bile inanırken, Ahmed’in Çeçen olduğuna bir türlü ikna olmuyor. Onu kurtarmak pahasına canını tehlikeye atan ise Niko oluyor. Urushadze’nin yalın üslubuna yakışır şekilde epikleştirilmeden anlatılıyor Niko’nun gayreti. Estetize edilen dramlardan uzak, yer yer savaşın anlamsızlığını eleştiren mizahi yönüyle de tebessüm ettirirken sunduğu barışçıl anlatısıyla bize en öne çıkarılan mesajı hatırlatıyor: İnsan kalmayı.
Comments