Bir yaz sezonunu daha geride bıraktığımız şu dönemde sonbahara, okula ve soğuk havalara hiçbirimiz hazır hissetmiyoruzdur. Kim güneşi, kumu, arkadaşlarla bisiklet sürmeyi, tepemizde kaynayan güneşi unutturan buz gibi limonatayı, dondurmayı ve tabii ki ders olmadan yazlıklarda sabahlara kadar eğlenilen yaz aylarını geride bırakmak ister? Biliriz ki okulun en iyi yanı bittiğinde yaz tatiline çıkmaktır, değil mi? Anadolu topraklarında yaşayan, özellikle de mevsimlik işçi ailelerin çocukları için saydığım şeyler geçerli değil tabii. Ya da büyük şehirlerde ailesinin geçimine katkı sağlamak zorunda olan diğer çocuklar için de. Eşitsizlik ve adaletsizlik kavramları onları daha gencecikken ziyaret etmeye başlıyor çünkü. Bu ay genç yaşta pek çok cefaya daha olgunlaşmamış bedenleriyle göğüs geren kardeşlerimizi anmak için Karanlık Yaz temasını belirledik ve siz okurlarımıza, “Geçtiğim üç ayda ben ne yaptım? Acaba onlar ne yaptı?” huzursuzluğunu verebilirsek ne mutlu bize. Bu sebeple, yazımda Adana’nın Karataş ilçesinde pamuk işçisi olarak çalıştırılan iki çocuğun bir gününü anlatan kısa fakat yalınlığı ve gerçekliğiyle bir o kadar vurucu olan 2017 yılı yapımlı Şekîrê Pembû filminden ve yönetmen Ozan Takış’ın bize sunduğu olağanüstü gerçek evrenden bahsetmek istiyorum. Ozan Takış’ın ilk kısa filmi olan Şekîrê Pembû, çocuk işçi olarak çalıştığı yerde pres makinesine sıkışarak 13 yaşında can veren Ahmet Yıldız’ın acı fakat bir o kadar da bu toplumun gerçeği olan hayatıyla bağlantılı. Takış, duyduğu bu haberden sonra iç ağrısını sinemayla dindirmeyi ve unutkan topluma bir yoklama bırakmayı tercih etmiş, iyi ki de yapmış.
Film pamuk tarlasının masalsı görüntüsüyle açılıyor. Doğan güneşin mayhoş ışığı altında duran pamuklar oldukça estetik dururken işçi ailelerin kaldıkları çadırlar ile karşılaşıyoruz. Film bize Çukurova’nın masalsı görüntüsünü sunarken ardından getirdiği gerçeklikle masal evrenini daha oluşum aşamasında yerle bir ediyor. Yetişkin işçilerin yanında iki küçük çocuk karşılıyor bizi. Küçük bedenleriyle bir yetişkin eforu bekleniyor onlardan da. Koca koca adamlarla dinleniyorlar hatta. Biri diğerini maceraya çağırıyor ve iniyorlar otobüsle şehir merkezine korkusuzca. Tam bu noktada onların gerçeklik algısı kırılıyor. Onlar nerede yaşıyor, bu insanlar nerede yaşıyor? Topladıkları pamuğa benzer pembe bir şey görüyorlar. Onu da akranlarından birisi satıyor tabii ki. Bir de bakıyorlar ki pek de güzel pek de tatlı bir şeymiş. Demek topladıkları şeyleri gelip burada satıyorlar. Vakit gelince bizim masalımıza yani onların gerçekliğine dönerler çünkü biliyorlar ki daha yapacak çok iş var. Geldikleri bu merkez, yedikleri bu şey belki hayal ürünüydü onlar için. Anneden terliği yedikten sonra işinin başına dönerler. Tabii o huzursuz soru takip eder tüm düşüncelerini. Bu topladığı pamuğu kim, nasıl öyle tatlı bir şeye dönüştürebilir? Merakına yenik düşer küçük çocuk. Elinde topladığı pamuklarla gider annesinin yanına, sorar: Anne bana pamuk şeker yapar mısın?
Film bittikten sonra hiç pamuk tarlası görmediğimi fark ettim. Belki de bu yüzden açılış sahnesi bana tanıklık etmediğim masalsı evrenleri çağrıştırdı. Güzel bir gün doğumu karesi ve onun selamladığı küçük hayatlar nedense çok romantik gelir. Her zaman içinde gizlediği güzellikleri sunar bana göre. Böyle düşünmemin tek sebebinin orta gelirli bir ailenin tek kızı olarak İstanbul’da büyümem olduğunu anladığımda kendimi o çocuklara ihanet ediyormuşum gibi hissettim. Benim gerçekliğim, mücadelem ve çektiğim zorluklar bana uzak bir hayal dünyasından el sallayan o çocukların hayatları yanında neydi ki? Kimseyle göz göze gelmemeye çalıştığım caddelerde satıldığını bile fark etmediğim renkli pamuk şekerler, o çocukların gece kafasını koyduğunda zihninde dans eden birer hayaldi oysaki. Bir daha ne zaman yiyebileceklerini düşünürlerken o hayal dönüşür bir karabasan gerçekliğe, bense o satıcıların yanından hışımla geçerek gitmem gereken yere yetişmeye çalışırım hep.
Comments